[Interscope, Polydor – Haziran 2014]
Müzisyen Elizabeth Grant’in 2010’da ortaya çıkardığı Lana Del Rey karakteri, kendisini şöhrete taşıyan 2012 tarihli Born to Die albümünden beri müzik dünyasını ikiye bölmüş durumda. Bir taraf Del Rey’in doğruluğu meçhul karanlık hikayesi ve silikonlu dudaklarının çekiciliğine kendini kolayca bırakıyor, diğer taraf onu orijinallikten uzak, samimiyetsiz bir “ürün” olmakla suçluyor. Ancak onu sevseniz de sevmeseniz de inkar edilemeyecek bir şey var: Lana Del Rey 2010’ların ilk yarısına damgasını vurmuş bir pop figürü.
Müzisyenin üçüncü albümü Ultraviolence’ın büyük bölümünde prodüktör koltuğunda The Black Keys’den Dan Auerbach oturuyor. Albümün siyah beyaz kapağından bizlere hülyalı/hüzünlü bakan Del Rey, yaz havası gibi insanı gevşeten, kimi zaman da bunaltan uyurgezer vokaliyle artık aşina olduğumuz hikayelerini anlatıyor. Şiddetin olağan sayıldığı ilişkiler, stilize aşk acısı, limonata şekerine bandırılmış kötü kız imajı, buram buram nostalji içinde dinmeyen göz yaşları ile Bond kızıyla “White trash prenses” arası bir yerde duruyor Lana Del Rey. Cruel World, Ultraviolence ve Shades of Cool gibi güçlü şarkılarla açılan albüm, Del Rey’in mutsuzluğunun altını kalınca çizen Sad Girl ve Pretty When You Cry ile sendeliyor. Del Rey’in istediğini almak için gereken her şeyi yapacağını ve bununla yaşamamız gerektiğini dünyaya ilan ettiği Money Power Glory ve Fucked My Way Up To The Top ise “Tamam Lana, bütün dünya senin olacak, yeter ki sakin ol!” dedirtiyor.
Yarattığı personayla dalga geçtiği Brooklyn Baby ile dünyayı ele geçirmesinden bir adım sonrasını öngördüğü Old Money, Lizzy Grant’in her şeyin farkında olduğunu gösteriyor. Lana Del Rey karakteri yolculuğuna daha ne kadar devam eder bilmiyorum ama ben artık direnmeyi bırakıp, bir süreliğine kendimi onun plastik kollarına atıyorum. Sıcak ve şık karamsarlığında uyuşuyorum.
No Comments