90’ların başında, Glasgow’da dört arkadaşın kurduğu Travis, 30 yıla yaklaşan kesintisiz kariyerine 8 albüm ve milyonlarca insana dokunan şarkılar sığdırdı. Britpop’un alaycı gülümsemesinin silinmeye başladığı 1999’da çıkardıkları ikinci albümleri The Man Who, onları Glastonbury sahnesine, müzik listelerinin zirvesine, prestijli ödüllere ve yıllar süren turnelere taşıdı. Travis, kariyerinin dönüm noktalarından biri olan The Man Who albümünü ve iz bırakan diğer şarkılarını çalmak üzere 8 Haziran’da Zorlu PSM’de olacak. Grubun bas gitaristi Dougie Payne ile albümü baştan sona çalma kararlarını, grubun zamana nasıl direndiğini ve değişen müzik dinleme alışkanlıklarımızı konuştuk.
The Man Who, bundan 19 yıl önce yayımlandı ve artık 90’ların klasiklerinden biri. Bu albümü baştan sona çalmak, diğer konser deneyimlerinden hangi yönleriyle farklı?
Bu, daha önce hiç yapmadığımız bir şey. The Man Who, başladığınızda tamamını dinlemek istediğiniz türden bir albüm. Albümü yayımlanmadan önce son dinleyişimizde de böyle düşündüğümü hatırlıyorum. Sizi içine çeken, sıra dışı bir atmosfere sahip. Canlı performanslara yakın bir ilerleyişi var. Konserde de çok iyi işliyor. Geçtiğimiz yıl Manchester ve Londra’daki konserlerde bunu denedik ve gördük.
Bir albümü bitirdikten sonra onu nadiren yeniden dinlerim. The Man Who konserlerinden önce oturup albümü baştan sona dinledim ve zihnimde bir sürü anı canlandı. Albümü bu şekilde çalmak, şarkıların verdiği hissi çok değiştirdi. Yıllarca konser verdikten sonra belli şarkıları setin belli yerlerinde çalmaya alışıyorsunuz. Why Does It Always Rain On Me ya da Turn gibi şarkılar, genellikle kapanış şarkılarıydı. Şimdi onları konserin ilk yarısında çalıyoruz. Radyolarda çok çalınıp büyüyen, popüler olan şarkılar orijinal, küçük hallerine geri dönmüş oluyor. Onlara albümdeki herhangi bir şarkı gibi davranmak güzel.
Şarkıların yaşayan varlıklar olduğunu düşünüyorum. Yıllar içinde anlam değiştirip evrilebiliyorlar. Başka zamanlara ait duyguları çağırabilirken, yeni duyguları da kendilerine katıyorlar.
Müzikte zaman dışı bir şey var. Örneğin The Beatles’ın Tomorrow Never Knows’unu alalım. Üç dakikalık bir şarkı. O üç dakika, 52 yıl sürdü ve hala sürüyor. Şarkılar seninle birlikte değişiyor, hareket ediyor. Belki eskiden dinlediğin bir şarkı şimdi seni utandırıyor ya da artık daha anlamlı geliyor. 20 yaşında dinleyip nefret ettiğin bir şarkıyı 40’ında dinlediğinde gözyaşlarına boğulabilirsin çünkü hayatında onunla ilişkili bir şey yaşamışsındır.
Sekiz albümünüz ve 30 yıla yaklaşan bir kariyeriniz var. Şarkıların anlamları bile değişirken, siz bu kimyayı sürdürmeyi nasıl başarıyorsunuz? 2002’de davulcunuz Neil Primrose boynunu kırdığında, grubun headliner olduğu festivallerdeki konserleri bile iptal ettiğinizi hatırlıyorum.
Kimya bence doğru kelime. 25-30 yılı devirip hala aynı kadroyla devam eden çok grup yok. Aklıma gelenler biz ve Radiohead. Hala birlikte olmamızın nedeni, grubun dostluklar üzerine kurulmuş olması. Travis’i kurmadan beş yıl önce de arkadaştık. Bu kimya sahneye de yansıyor. Yapmacıklık yok, büyük şovlar, kostümler, havai fişekler yok. Sahnede gördüğünüz şey aramızdaki ilişkiler. Kendimizi sahnede nasıl sunduğumuz büyük ölçüde dostluğumuzla ilgili. Dürüst ve açık. Bu türden bir kimya değişmiyor. İniş çıkışlar olsa da temeli aynı kalıyor. İçimizden biri olmadan devam edebilir miydik bilmiyorum. Neil kaza geçirdiğinde önümüzde büyük konserler vardı. Başka biriyle çalmayı konuşmadık bile. Konuşulacak bir şey yoktu. Hem sahnedeki tamamen biz olmayacaktık hem de iyileşme sürecinde olan bir arkadaşına bunu nasıl yapabilirsin?
O yıllarda Travis şöhretin ve rock yıldızlığının olumsuz yanlarından hiç etkilenmiyormuş gibi görünüyordu. Durum gerçekten böyle miydi?
1996 ve 2002 arasında durmaksızın albüm kaydediyor ve turne yapıyorduk. İş yükü devasa boyutlara geldiğinde gerilim de artıyor. The Man Who ve The Invisible Band çok başarılı albümlerdi. Onları büyük turneler izledi. 2002’nin başlarında artık çatlaklar görünür olmaya başlamıştı çünkü sürekli dip dibeydik. Hiç eve dönmüyorsunuz, bir turne otobüsünde, küçük bir ortamda yaşıyorsunuz, kaygı verici ya da alışılmadık durumlar içerisindesiniz. Bu, her ilişki üzerinde baskı yapar. Bizde ise dört ilişki var. Neil tam da bu dönemde boynunu kırdı. Bu olay sanki üzerimizdeki baskının bir tezahürüydü. İniş ve çıkışları birlikte kat edip birlikte büyümeye çalıştık. Birinin kafasına gitar fırlatıp “Ben artık yokum” demektense ortak bir olgunluk ya da duyarlılık seviyesi yakalamaya çabaladık.
Artık streaming çağında yaşıyoruz. Baştan sona albüm dinleme alışkanlığı yok oldu. Sizin müzik dinleme alışkanlıklarınız değişti mi?
Hala plak alıyorum ama oturup bir albümü baştan sona dinlemek çok zor geliyor. Teknoloji ve modern yaşamın doğası çok dikkat dağıtıcı. Arkadaşlarım evime geldiğinde bir albüm koymak yerine herkes birbirine bir şey dinletmek istiyor. Müzik dinlemek törensel ya da dinsel bir şey gibi değil, neşeli ve interaktif bir şey olsun isteniyor. Artık çok az albüm dinliyorum, bunu şimdi fark ediyorum.
* Bu röportaj ilk olarak 2 Haziran 2018 tarihinde Cumhuriyet Cumartesi’de yayınlanmıştır.
No Comments