Sziget Festival III: Blur, Woodkid

photo szemerey-bence_zps2ea3bf13.jpg

[Fotoğraf: Szemerey Bence]

Efes Pilsen One Love Festival iptal edildiğinde uğraşacak çok daha önemli şeyler vardı ama yine de 5 dakikalık bir sinirden ağlama molası kullanmıştım. Blur, hayatım boyunca sürekli, sıkılmadan dinlediğim az sayıda gruptan biri. Yaşadığım bir sürü şeyde kendilerine yeni anlamlar edinen şarkıları nota nota aklımda. 2009’da yeniden bir araya gelip konser vermeye başladıklarında, onları bir yerde yakalama ihtimali beni mutlu etmeye yetiyordu. Buradaki konserleri iptal olur olmaz Sziget planı devreye girdi. Aslında festivale sadece Blur’ü izlemek için gittim. Bad Seeds pastanın çileği, diğer tüm gruplar da limonata oldu.

Blur

photo szemerey_bence1_zpse65166e9.jpg

[Szemerey Bence]

Gündüz şehri gezip akşam festivale gittiğimden bahsetmiştim. Blur’ün headliner olduğu 9 Ağustos günü şehir gezisini kısa kesip saatlerce hostelde konser videoları izledim. Alana gitmek için yola çıktığımda heyecandan zor nefes alıyordum. Konser öncesi benim için olduğu kadar yanımda olma talihsizliğine uğrayan sevgilim için de çok stresliydi. Ya konserde şekerim düşerse? Yemek alalım. Ya çişimiz gelirse? Su içmeyelim. O zaman da dehidre oluruz. Su içelim, ama konserden önce tuvalete gidelim. Çok öndeyiz, ezileceğiz. 5 dakika kaldı. İnsanlar çok sıkıştı. Ya izdiham olursa? Galiba nabzım yükseliyor. Biraz geriye gidelim. Tamam burada duralım. Işıklar kapandı. Burası çok sıkışık, herkes çok heyecanlı, Allahım öleceğiz galiba. Nefes alamıyorum…

Panikle öfori arasında yüksek perdeden devam eden tiradıma birkaç “Sakin ol!” haykırışı dışında iyi dayanan yarimin başını yerken, grubun intro olarak kullandığı Theme From Retro duyuldu. Alkış, çığlık, sahnedeki yerlerini alan Dave, Graham, Damon ve Alex. Girls & Boys’la başlıyor hadise ve bir bakıyorum tüm korkularım uçup gitmiş. 

Girls & Boys’un peşinden There’s No Other Way, üstüne Beetlebum. Seyirci zevkten dört köşe, herkes gülüyor, herkes şarkılara eşlik ediyor. İzdihamdan korkarken kendimi tanımadığım insanlarla kol kola bağırıp çağırır halde buluyorum. Havanın sıcaklığından yakınan Damon Albarn, konserden sonra festival alanını birbirine katacak fırtınayı sahneden ilk haber veren oluyor mutlulukla. Sevinçle “Yağmur!” diye bağırıyor ve Out of Time’a giriyorlar. Bu şarkıları canlı dinlemek, onlara eşlik etmek o kadar iyi hissettiriyor ki. Gözlerimi kocaman açıyorum, etrafta olan biten her şeyi tüm ayrıntısıyla kaydetmek için. 

Yayınlandığı yıl hayatımı oldukça zorlaştırmış 13’den Trimm Trabb’le iyice çığrımdan çıkıyorum. Konserin başından beri kabus gibi bulunduğumuz yere fırlatılan kocaman şişme balina ikide birde kafama iniyor, biraz ileride Damon “That’s just the way it is” diyor, Graham gitarıyla eğlenmekte, Alex James şortuyla poz kesiyor, Dave Rowntree vur ha vuruyor davula. Manyak gibi gülüyorum, her şey çok komik ve çok güzel. Caramel’de “Where is the magic” diye mırıldanırken aradığımın karşımda, etrafımda olduğunun farkındayım. Blur’ü izlemenin planını yaparken bile Caramel’i canlı dinleyeceğimi hayal edememiştim. İçimde acayip şeyler oluyor. Ağlayacak gibiyim, ağlayamıyorum. Ağlanamayacak kadar güzel. Bu dünyada inandığım tek şeyin müzik olduğunu kemiklerimde hissediyorum. 

Graham Coxon’ın hayat verdiği Coffee & TV’nin peşinden, bir festivalde söylenebilecek en güzel şarkılardan Tender geliyor. Gözlerime yaşlar dolduran To The End’in ardından Country House’la çıldırıyor kalabalık. Damon seyircilerin arasında, balina yine tepemizde. Parklife’la tepinirken, bu şarkıyı Haziran ayında İstanbul’da dinlemenin ne müthiş, ne eşsiz bir deneyim olabileceğini düşünüyorum. 

photo 9308460_zps01639971.jpg

[Szemerey Bence]

Terden sırılsıklamım ve kaçıncı kez söylüyorum bilmiyorum ama çok mutluyum. End of A Century’den sonra yağmur beklentisi içinde, hava ve İngiltere’ye dair yazılmış en güzel şarkılardan This Is A Low’u dinliyoruz. Haykıra haykıra söylüyorum şarkıyı, alçak basıncı kendine dost edinmiş birinin gururuyla. İyi geceler dileyip ayrılıyorlar sahneden. Bis öncesi birkaç dakika enerji topluyoruz karşılıklı. Kalabalık, bekleyiş boyunca Tender’ı söylüyor. 

Geri döndüklerinde önce turne tırlarından birini kullanan, adını unuttuğum şoförün doğum gününü kutluyorlar. Geçtiğimiz yıl yayınladıkları, şu tarih itibariyle en yeni işleri olan Under the Westway’le başlıyor uzatma dakikaları. Blur, Londra’yı belki de en iyi anlatan grup. Yine bir Londra şarkısı olan For Tomorrow’u mümkün olduğunca uzatıyoruz. 

The Universal başladığında sona geldiğimizi biliyorum. Bir ihtimalin heyecanlandırdığı biriydim 2 ay önce. Şimdi hayalimin içindeyim. Blur’le, yazın en güzel günüyle vedalaşmaya hazırlıyorum kendimi. Konser sonu hüznü – ki mükemmel bir histir – çöküyor üzerime. Herkesin elleri havada açılıyor “Let them go” derken. Ben de bırakıyorum tüm duygularımı havaya. Yorgunum, sahnedekiler de öyle. Ama son bir patlama yapamayacak kadar değil. Bölüm sonu canavarı Song 2 bittiğinde herkesin saçı başı darmadağın, üstü başı perişan, ter ve toza bulanmış gülüyoruz. Müzik susuyor, sahne boşalıyor, ışıklar yanıyor, insanlar sahne önünden ayrılmaya başlıyor. Sevgilimle birbirimize sarılıp öylece duruyoruz. Gülüyoruz, sürekli gülüyoruz. İçimde mutluluktan başka hiçbir şey yok. Pür mutluluk. O hissi hep hatırlayacağım.

Fırtına beklentisi yüzünden Popscene eksik kalıyor ama dert değil, başka bir konserde dinlerim onu da. Bu daha başlangıç. Blur üyeleri konser boyunca sahnede çok eğleniyor. Damon ve Graham arada bir yan yana gelip, bir şeyler konuşup gülüyor. Dört kişilik vokal grubu ve üflemelilerin de hakkını vermek gerek. 90’ların özeti çıkarılıp, 2000’ler temize çekiliyor. Cool Brittania havası esiyor alanda. Gerçekten esiyor. İngiliz bayrakları uçuyor fırtınadan.

Woodkid

photo botond_marton_zpse7ada334.jpg

[Botond Márton]

Blur’ün haber verdiği fırtına hissedilmeye başlıyor. Festival alanı rüzgardan toz duman. Ağaçlara asılmış lamba ve fenerler deli gibi sallanıyor. Neyse ki sığındığımız A38 çadırında ortalık milk port. Sakin sakin Woodkid’i bekliyoruz.

Fransız yönetmen ve müzisyen Yoann Lemoine, baştan aşağı yetenekle donanmış biri. Bir taraftan çektiği reklam ve müzik videolarıyla ödül toplarken, diğer taraftan Woodkid projesiyle dünya çapında bir dinleyici kitlesi ediniyor. İlk albümü The Golden Age’i bu yıl çıkaran müzisyen sahneye adım attığında çadırın içi çığlık çığlığa.

Synthesizer ve davul temelli güçlü müziği, berrak sesi ve sahne görselleriyle benim için geceye Woodkid’den daha güzel bir final olamaz. Şarkı söylemediği anlarda yüzünü ekrana dönüp sakince görselleri izliyor Lemoine. Bir EP ve bir albümlük diskografiden parçalara bitmeyen bir çığlık korosu eşlik ediyor. Performansı çok iyi olsa da aklım hala Blur’de. Konseri kelimelere dökmeye çalışıyorum kafamda. Bu yüzden müziğin tamamen içine giremiyorum. Borcum olsun.

Çadırdan çıktığımda rüzgar hızını artırmış. Alanda şiddetli fırtına ve yağış uyarısı yapılıyor. Şimşekler tepemizdeki ağaçları aydınlatırken, yağmura yakalanmamak için koşarak tekneye gidiyorum. Şehirde, iskeleden tramvay durağına gidene kadar akla karayı seçiyorum. Havada kola, bira kutuları uçuyor. Durakta insanlar reklam panolarına tutunmuş, ayakta durmaya çalışıyorlar. Rüzgarın savurduğu toz toprak iğne gibi batıyor derime. Kurtarıcı gibi sarılıyoruz tramvayın kapılarına. Hostele döndüğümde kirpiklerimin dibinde bile toz var. Biraz sonra da yağmur başlıyor. Yazın en güzel gecesi bu, şüphesiz.

> Tüm Sziget yazıları için tıklayın.

No Comments

Leave a Reply