[Fotoğraflar organizasyona ait]
Bu yazın en kapsamlı organizasyonu Vodafone Istanbul Calling’in yan etkinliklerinden biri, 20 Mayıs’ta Pera Müzesi’nde Bant Mag. işbirliğiyle düzenlenen Şehir ve Müzik Paneli’ydi. Müzisyen, müzik yazarı ve özellikle Manchester müzik sahnesinin önemli ismi John Robb, ağırlıklı olarak 90’larda çektiği grup fotoğraflarıyla tanınan fotoğrafçı Steve Gullick, ATP Festivali’nin kurucuları Deborah Higgins ve Barry Hogan, Iceland Airwaves Festivali’nin kurucularından Grimur Atlason, Pozitif ve Babylon’un kurucu ortağı Ahmet Uluğ ile Stereolab basçısı, yazar Simon Johns, müziğin içinden çıktığı şehirlerle ilişkisini konuştu. Panelde aldığım notları birkaç başlıkta topladım.
Bir şehri “müzik şehri” yapan nedir? Şehrin sesi nasıl oluşur?
Şehirde genç nüfusun yoğunlukta olması (örn. üniversite şehirleri) dışında en çok üzerinde durulan şey, şehirde kültür çeşitliliğinin olması. Farklı bölgelerden/ülkelerden göç almış şehirlerin müzik sahnelerinin çok daha canlı olduğu konusunda herkes hemfikir. Robb, bu çeşitliliğe farklı sosyal sınıfların bir arada yaşaması gerekliliğini de ekliyor. Ona göre zengin ailelerin çocuklarıyla işçi sınıfının çocuklarının bir arada olduğu yerde iyi müzik vardır. Yerel grupların birbirini desteklemesi de şehrin sesini oluşturmada önemli bir etken.
İstanbul’da ise belirli müzik türlerini benimseyen gruplar/müzisyenler ve onların kitleleri birbirinden hem zihinsel hem fiziksel olarak ayrılmış halde. Yeni grupların sahne alabileceği mekanlar az. Şu anda genç müzisyenlerin kendilerini tanıtmaları için en uygun ortam, üniversite festivalleri.
Grimur Atlason, nüfus yoğunluğu ve çokkültürlülüğe alternatif olarak izolasyonu sunuyor. 1989’a kadar bira satışının dahi olmadığı İzlanda’dan bu kadar çok müzisyenin uluslararası sahnede tanınmasını, yapacak başka bir şey olmadığı için ellerindekilere sarılmalarına bağlıyor. Müzikte, müzisyenlerin yaşadığı yerin izini bulmak istediğini söylüyor. RHCP’ın yıllar evvel bahsettiği “Californication” durumu hala geçerli. Yani hala dünyanın her yerinde California sound’uyla müzik yapılmaya çalışılıyor.
Müziğin güncel sorunları neler?
Barry Hogan’a göre temel sorun, müzik pazarının artık şişmiş olması. Aynı şeyi yapan çok fazla grup var. Aynı şekilde, birbirine benzeyen çok fazla müzik festivali var ve Hogan ile Higgins, bu kadar çok festival olmaması gerektiğini düşünüyor. İngiltere’de irili ufaklı yüzlerce grubu line-up’larına ekleyen festivallerin, yıl içindeki yerel konserlere zarar verdiğini söylüyorlar. Seyirci grupları tek tek izlemek yerine para biriktirip hepsini tek bir festivalde izlemeye yöneliyor. Bunda ekonomik kaygıların, insanların para harcamaktan çekinir hale gelmesinin de etkisi var. Festivallerin, müzik dinleme ve yeni müzikler keşfetme alanı olmaktan çıkıp, “takılmaca"ya dönüşmesi onları rahatsız ediyor. Buna Field Day’i örnek veriyorlar.
John Robb’a göre neyi, nerede dinlediğiniz önemli. Londra’da konser deneyimi gitgide yavanlaşırken, Manchester’da ana akımın dışındaki isimlerin konserleri hala yoğun bir duygu içeriyor. Punk ve metal konserleri, hissiyatlarından bir şey kaybetmiş değil.
Söz dönüp dolaşıp internete ve bedava müzik indirme mevzuuna geliyor. İnternetin herkese kendi müziğini yayma konusunda eşit olanaklar sunarak bir demokratikleşme sağladığının altı çiziliyor. Diğer yandan müziğin dünyaya yayılması kolaylaşırken, müzisyen albüm satamadıkça daha zor koşullarda müzik yapmak zorunda kalıyor. Atlason’a göre müziğini ücretsiz paylaşmak, müzisyenin seçimi olmalı. Gullick, müzik endüstrisinin uzun süredir haddinden fazla güç sahibi olduğunu düşünüyor ve yeni bir yapının kurulabilmesi için, varolan sistemin çöküşünü olumlu karşılıyor. Bu, evrimin bir parçası. Zaten ne müzik yapmak, ne müzik yazmak ne de müzisyenleri fotoğraflamaktaki ana motivasyon para. Dolayısıyla kazancın azalması kimsede şok etkisi yaratmıyor. Punk, grunge gibi akımlar belirli yerel durumlardan doğup dünyaya yayılmıştı. Artık yerelden globale gitmenin yolu YouTube’dan geçiyor.
Müzik endüstrisinin geleceğinde ne var?
Hogan ve Higgins’e göre konserlerin geleceği, sponsorların eline düşmüş durumda. Kendileri sponsorluk sisteminden hoşlanmasa da, sponsorların artık daha yaratıcı ve daha az sinir bozucu şekillerde olaya dahil olabildiğini söylüyorlar. Kickstarter gibi kitle fonlaması yöntemleri de gelecek vaat ediyor.
Grimur Atlason’a göre bir döngüyü yaşıyoruz. Varolan tıkanmışlık bir noktada patlayarak aşılacak ve yeni gruplar, yenilikçi gruplar, yeni akımlar ortaya çıkacak. Live Nation gibi mega organizasyonların yerine üniversite konserleri önem kazanacak. İyi müzik dinlemek isteyen tutkulu dinleyiciler nerede olursa olsun doğru sesleri yakalayacak.
Panelin sonunda dinleyicilerden gelen birkaç soru üzerine konuşulanlar:
SXSW üzerine
SXSW genç ve kitlesi olmayan gruplar için zaman kaybı. Bilinmeyen grupları kimse izlemiyor ve festivalde çok az iyi grup sahne alıyor. ABD dışından festivale katılıp Amerika’nın kapısını aralayacağını sanan gruplar hayal kırıklığına uğruyor. Aslında SXSW’in iyi bir konsepti var ama artık çok fazla grup çalıyor. Yeni ve iyi bir şey keşfetmek çok zorlaşmış halde. Oraya müzik dinlemeye gidiyorsanız, paranızı çöpe atıyorsunuz demektir. Ancak müzik sektörü içinde çalışan bir profesyonelseniz orada bulunmanızın anlamı var.
Şehirdeki plak şirketleri üzerine
Bir şehrin sesinin duyulmasında plak şirketlerinin rolü büyük. Plak şirketi, sanatçının albümünü çıkarmakla kalmaz, onu tanıtmak için elinden geleni yapar. Her fırsatta sanatçılarını dinleyicinin yoluna çıkarır, onları yılmadan destekler. Atlason, İzlanda’da alternatif sanatçıların 20-30 bin albüm satışına ulaşabildiğini söylüyor. Nüfusu 320 bin olan bir ülke için bu müthiş bir rakam.
Yazılı müzik basını ve internet üzerine
Yazılı basının sonunun gelmiş olduğu havası var salonda. Örneğin Robb, müzik haberlerini web sitelerinden aldığını ve yazılı basının çok yavaş olduğunu söylüyor. Higgins ise yazılı müzik basınının Melbourne gibi güçlü bir kafe kültürüne sahip şehirlerde hala önemli olduğunu belirtiyor. Varılan sonuç, yazılı basının yerel ölçekte etkinliğini sürdürdüğü ancak küresel ölçekte yerini web sitelerine ve bloglara bıraktığı.
İstanbul’da alternatif müzisyenlerin çalabileceği çok az mekan var ve çok iyi müzisyenler yeteri kadar tanınmıyor. Babylon – Peyote – Salon üçgeninin dışına neden çıkılamıyor? Buralarda da bilinmeyen isimler yeteri kadar destekleniyor mu?
Ahmet Uluğ’a yöneltilen bu soru, mekan sahiplerine sitem de içeriyor. Uluğ, Türkiye’de müzisyenleri destekleyen bir sistem olmadığının altını çiziyor birkaç defa. Ne devletin kültürle ilgili kurumlarından ne de yapımcılardan müzisyenlere destek geliyor. Mekan sahipleri ve organizatörlerin önceliği hala hayatta kalmak. Yine de Babylon’da Türkiye’nin alternatif isimlerine mümkün olduğunca yer verildiğini, bunun yeterli olmayabileceğinin de farkında olduğunu söylüyor. Bir şehrin özgün sesini oluşturmada alt kültürlerin önemi büyük. Onların da sahneye ihtiyacı var.
Konuşmacıların geri kalanının bu duruma bakışı daha farklı. Gullick, kimsenin kimseye bir şey borçlu olmadığını söylüyor. Robb ise alt kültürün sponsora ihtiyacı olmadığını, punk’ın bize öğrettiği gibi kendi işimizi kendimiz yapmamız gerektiğini hatırlatıyor. İnternetin var, teknoloji ucuzladı, kendi sahneni kendin yarat diyor kısaca. Sorunun sahibi, İstanbul’da zaten başka türlüsünün pek mümkün olmadığını söylüyor.
Şehrin sesinin daha yüksek çıkacağı günler yakın mı?
No Comments