Ben geçen hafta neredeydim? Bil bakalım neredeydim. Çık dışarı, sınırdan çık. Yürü, kuzeye doğru. Geç Almanya’yı. Hah, işte oradaydım. Danimarka’da, Roskilde’de. 42. yılını kutlayan Roskilde Festival’da.
[fotoğraf: Christian Hjorth]
Avrupa’nın en büyük müzik ve kültür festivallerinden biri olan Roskilde, ilk defa 1971’de düzenlenmiş. Bob Dylan, Neil Young, The Who, Ramones gibi efsaneleri konuk eden festivale katılım yıldan yıla artmış ve 150 bini bulmuş. Katılım arttıkça festivalde çalışan gönüllü sayısı da artıp 30 bini aşmış. Festivalden elde edilen karın tamamı hayır ve kültür kurumlarına aktarılıyor. Festival ayrıca başarıyla uyguladığı geri dönüşüm sistemi sayesinde bir çok kişinin depozitolu bardak ve kutulardan gelir elde etmesini sağlıyor. Bu yıl özellikle mültecilerin sorunlarına eğilen festivalin her yerinde konuyla ilgili sloganlar ve graffitiler görmek mümkündü.
30 Haziran – 4 Temmuz arası warm-up kapsamında çoğunlukla yerli ve nordik grupların sahne aldığı Roskilde’in esas line-up’ı 5-8 Temmuz arası, festival alanının farklı noktalarındaki 8 sahnede çaldı. Avea’nın Müzik Blogları Fikir Takımı’ndan bir ekiple, 4 Temmuz akşamı çadırlarımıza yerleştik. Festivalin ortamı, Danimarkalıların tuvalet kültürü, kamp alanları gibi konuları yazının sonuna bırakarak konserlere geçiyorum.
5 Temmuz Perşembe
[Fotoğraf: Christian Hjorth]
Kellermensch: Danimarkalılar kendi gruplarını çok destekliyor. Ana sahnede ne zaman Danimarkalı bir isim çıksa, alanın tamamı tıklım tıklım doluyor. Festivalin logosunu oluşturan Orange Stage’i açan isimdi Kellermensch. Sesini merak ettiğim devasa kuleler üzerindeki amfilerin cana gelmesine tanık olmak iyiydi ama iki dirhem bir çekirdek takım elbiseli abilerin depresif rock’ı beni pek sarmadı. Merak edenler için son albümleri Kellermensch’den Army Ants şurada.
Kraftklub: Funny Games’ten fırlamış gibi görünen bir örnek kostümleriyle sahne alan Alman indie grubu Kraftklub, festival kitapçığında Franz Ferdinand ve The Clash’in Alman birasına bulanmış haline benzetilmiş. İsabetli bir benzetme. Konser boyunca bir an bile yerinde durmayan frontman Felix Brummer, seyirciyi coşturmayı iyi biliyor. Alışkın olduğumuz indie formüllerinin de bunda etkisi var tabii. Kraftklub yeni bir şey sunmasa da eğlence vaat ediyor ve müziklerine karşı koymak pek kolay değil. Almanca’nın oturaklılığı da eklenince kendinizi şarkılara dili bilmeden eşlik ederken bulabilirsiniz. Tanışmak için Songs für Liam.
Analogik: Danimarkalı Analogik, birbirinden uzun sakallı dört adamdan oluşuyor. Balkan ve çingene müziklerini hip-hop, caz, elektronik müzikle karıştırıp bol oyuncak desteğiyle dinleyiciye servis ediyorlar. Dinlerken “Danimarka’nın Baba Zula’sı” diye düşündüğüm Analogik, yer aldığı Cosmopol sahnesindeki herkesi dans ettirdi. Grubun sahnede kullandığı animasyon görseller de başarılı. Türkiye’ye gelseler ne iyi olur. Analogik’in bandcamp sayfası burada.
Sam Amidon: Roskilde’de 8 sahne var demiştim. Bunların hepsinde, mekanın karakterine uygun müzisyenler sahne alıyor. Kapalı bir salon olan Gloria sahnesinde çoğunlukla folk grupları, ozan-müzisyenler yer aldı. Salonun önünden geçerken tesadüfen gördüğüm ve kısa sürede sakin banjosuna ve arada çatallanan sesine kapıldığım Sam Amidon, çayırlarda yalnız başına koşan atı kimin süreceğini soruyordu. Ailesi de folk müzisyeni olan 1981 doğumlu Amidon’ın sesine kesinlikle kulak vermelisiniz. Hatta hemen, şimdi.
The Cure: Kariyeri boyunca milyonların hayatını kaydırmış The Cure’u İstanbul’da izleyeli 9 yıl olmuş. Zaman ne çabuk geçiyor diye hayıflanmadan evvel, Robert Smith’in nasıl hala üç saati aşan sahne performansı sunabildiğine hayret etmek gerek. Rock’n Coke’ta sarı, naylon yağmurluğuma sığınarak yağmur altında dinlediğim şarkıları bu defa Love Song bonusuyla, kararmaya isteksiz İskandinav göğü altında dinliyorum. The Cure hayranları çok şanslı. Grup üç saatten kısa olmayan konserlerinde her şeyini ortaya koyuyor. Seyirciyi mutlu etmek için resmen yırtınıyor. Öyle ki, bütün günün yorgunluğu üzerime bindiğinden, The Cure’un temposuna yetişemiyorum. Kısa kalıyorum. Bu arada seyirci iyice coşuyor, bir grup erkek çırılçıplak soyunup dans ediyor. Etraftan geçenleri kovalayıp yakaladıklarına sarılıyorlar. Bu manyakça ortam içinde kimse birbirine zarar vermeyi düşünmüyor. Hemen hemen herkes sarhoş ama tek bir kavga yok. En saçma şakaları bile gülerek karşılıyor insanlar. Şiddetin ve olumsuz davranışların alkolün değil, zihniyetin sonucu olduğunu keşke gösterebilsek kendi doğrusunu en doğru belleyenlere. Neyse, kafayı dağıtmayalım. The Cure, hakkını verdi turuncu sahnenin. Konserin bir saatlik bölümünü buradan izleyebilirsiniz.
Modeselektor: The Cure’a veda edip uzun bir yürüyüşle ulaşılıyor festival alanının en batısındaki Apollo sahnesine. Balkabağını andıran sahnenin önünde muazzam bir kalabalık. Modeselektor’un beat’leri lazer ışınlarına binmiş, üzerime saldırıyor. Saat gece yarısını geçmiş. Sağda kıpkırmızı ay yükselmekte. Saatlerin yorgunluğunu elektronik müzik alırmış meğer. Dans etmemek imkansız fakat zihinler bulanık. Figürler halaya yakınsıyor. Bir noktada Musa’yla “Kadir Topbaş” diye bağırarak dans ettiğimizi ve yanımızdan geçen kovboy kostümlü birinin bu dansımızdan iğrenerek bizi eliyle tabanca yaparak vurduğunu hatırlıyorum. Sahnenin tipi burada görülebilir. Festivaldeki ilk günümüz Apollo sahnesine olabilecek en uzak noktada bulunan çadırımıza sürünerek sona eriyor.
6 Temmuz Cuma
[Fotoğraf: Tom Spray]
Hem ilk günün yorgunluğundan, hem kasabaya inip yiyecek-içki alma telaşından geç başlıyorum Cuma günkü konser mesaime. Yeri gelmişken söyleyeyim, kamp alanına istediğiniz yiyecek-içeceği sokabiliyorsunuz, hatta kamp ateşinde bir şeyler pişirebiliyorsunuz. Festival alanına da 50ml’den fazla olmamak kaydıyla içkinizi getirebiliyorsunuz. Sabahları kahvaltı için yorgun argın çadırdan çıkıp sıra beklememek gerçekten iyi oluyor.
The Vaccines: Orta boy bir sahne olan Odeon’da son 2 şarkılarına yetiştim. Kalabalık gazı almış, deli gibi dans ediyordu. Grup da seyirci gibi kıpkırmızı ve ter içindeydi. Orta ve küçük sahnelerde grup seyirciyle çok kolay iletişim kurabildiği için konser atmosferi de daha tatmin edici oluyor. Gerçekten müziği hissedebiliyorum. Büyük sahnelerde o uzaklık hissi hep zihnimin bir köşesinde yanıp sönüyor.
The Cult: Ian Astbury’nin karizmasını yadsımasam da The Cult hiçbir zaman hayatımın parçası olmadı. Bu yüzden de Orange Stage’den gerilere esen “Is this all you got, motherfuckers?” cümleleri etkilemedi. Muhtemelen grubun dinleyicisi tatmin olmuştur. Ben kendimi Caravan Rock Bar’daymış gibi hissettim zaman zaman.
Jack White: Line-up’ta en heyecanla beklediğim isimdi Jack White. Solo albümü Blunderbuss’ı da baştan sona ezberlemişken bu buluşma ilaç gibi geldi. Jack White’ın sahnede somurtkan biri olduğunu nereden çıkardım da onu gülümserken görünce böyle şaşırdım bilmiyorum. Tamamı kadın müzisyenlerden oluşan ekibi uçuşan giysiler içinde çok güzel görünüyordu ve o kadar iyi çaldılar ki, her biri Jack White kadar alkış aldı seyirciden. Özellikle Autolux’ten Carla Azar’ın müthiş davulculuğunu izlemek çok zevkliydi. Jack White’ın The Raconteurs dışında yaptığı bütün işlerde cinsel bir gerilim var bence. Bunu The White Stripes’ta Meg ile, The Dead Weather’da Alison Mosshart ile sağlıyordu. Buradaysa Carla Azar ve vokalist Ruby Amanfu başta olmak üzere tüm ekibi kadınlardan kurarak tansiyonu artırmış. White’ın kariyerinin tüm dönemlerinden şarkılar, Danimarkalıların sözlere eşlik etme beceriksizliğiyle yaralanarak döküldü sahneden. Bruce Patron Amerikan bayrağını kalbimize dikmeden önce Jack White toprağı yumuşattı. O da en azından bir “kaptan” sayılır. Bundan daha iyi performans, ancak daha iyi bir seyirci karşısında, tek başına sahne alacağı bir konserle olabilir. Jack White’ın birlikte turladığı ekibini Jools Holland’da ağzımın suyu akarak izlemiştim.
Niki & The Dove: Stockholm çıkışlı synth-pop grubu Niki & The Dove, yaz tatilinde içilen şekerli kokteyller gibi bir müzik yapıyor. Solist Malin Dahlström sahneye 80’lerde çekilmiş bir B filminin amigo kız rolündeki başrol oyuncusu gibi çıktı. Karşısında onu tanıyan ve dans etmeye istekli bir kitle buldu. Sesini fena halde Karin Dreijer’e benzetsem de tüm o kitsch’liğine karşı koyamadım. Adları tanıdık gelmiyorsa, onları şu ağır tripli videolarından hatırlayabilirsiniz. Niki & The Dove tropik bir tatlılığa sahipti ama beni konserin sonuna dek orada tutacak kadar değil. Orange sahnesini mahşer yerine çeviren Danimarkalı rap grubu Malk de Koijn’in müritleri arasından çadıra gitmeye çalışırken iyiden iyiye sis çökmüş, kamp alanındaki sarhoş siluetlerin zombiden farkı kalmamıştı.
7 Temmuz Cumartesi
[Fotoğraf: Thomas Borberg]
Festivalde herkes sabaha kadar manyak gibi içip eğlendiği için, alanda hayat ancak öğle saatlerinde başlıyor. Benim gibi ortalık aydınlanır aydınlanmaz uyanan biriyseniz Danimarka’da işiniz zor çünkü gün 04:00 civarında ağarıyor. Biraz çadırın yanında oturup, muhabbet edip öyle yatayım derken yanlışlıkla sabahlamak mümkün. Festival alanında erken kalkmanın ayrı bir keyfi de var ama. Çoğunluk henüz uykudayken sessizliğin ve sabah serinliğinin tadını çıkarmak, tuvaletleri boş ve temiz yakalamak gibi.
Julia Holter: Festival boyunca en önden izleyebildiğim tek konser Julia Holter’ınki oldu. Hem çok sahne değiştirmem, hem de her sahnenin tıklım tıklım dolu olmasından. Günün ilk konserlerinden olmasına rağmen Gloria salonu kısa sürede doldu. Julia Holter’ın çok kişisel tınlayan bir müziği var. Kendisi de seyirciyi evrenine dahil etmeye hevessiz davranınca, gözümün önünde cereyan eden bir şeyleri kaçırdığım hissiyle izledim konseri. Belki zihnen gereken dikkati veremeyecek kadar yorgun olduğumdan, hiçbir iz bırakmadan akıp gitti müzik. Belki siz doğru bağı kurabilirsiniz.
Bowerbirds: Julia Holter’la aynı salonda sahneye çıktı Amerikalı folk grubu Bowerbirds. Konser başlamadan 15 dakika önce salon tamamen dolmuş, kapılara bant çekilmiş ve kalabalık salonun dışında da yoğunlaşmıştı. Bu durumda ancak son 3 şarkıda salonun biraz boşalmasıyla içeri girebildim ve gördüğüm, sahnenin üzerinde de karşısında da mutlu insanlardı. Phil Moore terden sırılsıklam olmuş, kocaman bir gülümsemeyle söylüyordu şarkılarını. Gloria’da duyduğum en yüksek alkışı da onlar aldı.
Tune-Yards: Merrill Garbus’ın oyuncul müziği, Odeon sahnesinde ilkel ve esrik bir kabile ayini yarattı. Grup üyelerinin Yugoslav jimnastikçi imajıyla dansçıların kesintili figürlerinin oluşturduğu karnaval, festivalin ruhuna çok yakışıyordu. Hepimiz toza bulanmış, lastik çizmeli çocuklardık. Bizness’la final yapılırken Orange Stage’de The Roots ortalığı yıkıyordu.
The Roots: Chuck Brown ve Adam Yauch’un adları anılarak başlayan konser, tam gaz funk ritimleriyle çimlere yayılmış on binlerce kişiyi ayağa kaldırdı. Hayatımda ilk defa bir müzisyenin sahnede sağa sola zıplayıp koşarak tuba çaldığını gördüm. Black Thought’un şapkasından ter damlıyordu. Günün enerjisi en yüksek konseriydi, ta ki Bruce Springsteen & The E Street Band sahne alana kadar.
Bruce Springsteen & The E Street Band: Bu noktada festivalin sahne önü uygulamasını anlatmalıyım. 2000 yılında Orange Stage’deki Pearl Jam konseri sırasında oluşan izdihamda 9 kişi hayatını kaybetti. Bu trajediden sonra sahne önündeki güvenlik önlemleri artırıldı. Sahne önü dediğim, bizdeki gibi ufak bir alan değil (gerçi burada da yıldan yıla genişliyor). Binlerce kişinin girdiği bir bölüm. Burası bariyerlerle dörde bölünmüş ve bariyerlerin arasında geniş koridorlar oluşturulmuş. Bu koridorlardaki güvenlik görevlileri seyircilere sürekli su servisi yapıyor. Herhangi bir durumda etrafınıza baktığınızda muhakkak yakında bir güvenlik görevlisi görüyorsunuz ve görevliler gerçekten sizin güvenliğiniz için çalışıyor. Kraldan çok kralcı bir tavırla seyirciyi azarlamıyor ya da umursamazlık etmiyor. Sahne önü “fan pit” olarak da anılıyor ve buraya girmek için ayrı bir bilet gerekmiyor. Günün headliner’ları için (7 Temmuz için Bruce Springsteen ve Mew) genellikle öğle vaktinde sıra olmaya başlıyor insanlar ve 6-7 saat boyunca o sıralar alanın en arkalarına dek uzuyor. Böylece grubu en önden izleyen, en çok fedakarlık yapan oluyor; parayı bastıran değil.
Bruce Springsteen ve yol arkadaşları E Street Band, kendilerini saatlerdir bekleyen, yaş ortalaması diğer günlere göre yüksek ve çok coşkulu bir kitlenin karşısına çıktı. Springsteen’den iyi bir performans bekliyordum ama bu kadarını değil. Patron, 3 saat boyunca hız kesmeden neden patron olduğunu uygulamalı olarak anlattı. Hayranı olduğum birçok müzisyeni sahnede izledim ama şimdiye dek Bruce Springsteen kadar kendini her şeyiyle ortaya koyanı görmedim. Patron daha ilk şarkıda sırılsıklam ter içinde kaldı. Konser boyunca defalarca sahneden inip seyircilerin arasında dolaştı, kendisine uzanan her eli tuttu, kolunun uzandığı her noktadaki insanlara dokundu, seyircilerden birini sahneye çıkarıp onunla dans etti. Sahnenin her yerini resmen teriyle suladı. Springsteen’in arkasında değil, yanında yer alan müzisyenler de en az onun kadar harikaydı. Konserde eğlendiğini belli eden müzisyenleri çok seviyorum ve E Street Band’in mutluluğu yüzlerinden okunuyordu. Aynı şey Springsteen için de geçerli. Yeni albüm Wrecking Ball’dan hatırladığım kadarıyla 6-7 şarkı çalındı ve hepsi 40 yılı aşan kariyerinin klasikleri The River, Born In The U.S.A., Because The Night, Born To Run gibi bir ağızdan söylendi. Gitarist Steven Van Zandt ile bir stand-up ikilisi gibi atışmaları, davulcu Max Weinberg’ün üstün performansı, The Roots’la birlikte çaldıkları E Street Shuffle çığırımızdan çıkmamıza yetmezmiş gibi, konseri The Beatles’tan Twist And Shout’la bitirdiler. Festival boyunca “hacı” olduğumuzu hissettiğimiz tek konser, Bruce Springsteen’e büyük bir hayranlık ve sevgi duyarak bitti.
Sonrasında Madrugada zamanından sesini çok sevdiğim Sivert Høyem’e birkaç şarkılığına uğradım ama yine yorgunluk ağır bastı ve ana sahnedeki Mew çılgınlığını yararak uykuya koştum.
8 Temmuz Pazar
[Fotoğraf: Steffen Jørgensen]
Festivalde en az konser izlediğim gün. Muhtemelen Bruce Springsteen’in performansı sonrası, orada bulunmaktaki amacımı gerçekleştirdiğim hissinden. Şehir merkezine gidip güzel bir öğle yemeğiyle midemizi tatmin ettikten sonra ancak 18:00’de başlıyorum konser mesaisine.
The Barons Of Tang: Cehennemden çıkma, balkan etkili bir punk grubu. Gogol Bordello’dan sonra pıtrak gibi çoğaldıklarından, bu tanıma denk düşen gruplara mesafeli yaklaşıyorum ama The Barons Of Tang gerçekten iyi. Kimsenin taklidi değiller. İki şarkı sonra kendinize hakim olmanıza izin vermeyecek kadar deli, sert ve direktler. Evleri Melbourne. Tanışmak için tavsiyem: Even if you’re missing fingers, you can make a fist!
Nils Frahm: Günün beklenen isimlerinden Nils Frahm, konserine “Hiç bu kadar çok kırmızı suratlı Danimarkalı görmemiştim, çok tatlısınız,” sözleriyle başladı. Önce herkesin yere oturmasını istedi, sonra piyanosunun başında, sırtı seyirciye dönük ve yüzü ile elleri sahnenin duvarlarını oluşturan ekranlara yansıtılır halde icraya koyuldu. İlk şarkılarda ara sıra seyircilere dönüp “Çok sıkıcı, biliyorum” diyordu. Beş günün tende, saç diplerinde, kulaklarda ve ruhta biriken tortusunu arındıran bir konserdi. Ben salondan ayrıldıktan sonra aynı gün, aynı sahnede iptal olan bir isim yerine sahne alan Peter Broderick ve Efterklang üyeleri de konsere dahil olmuş. Zülâl Kalkandelen’in festival yazısında o anları bulabilirsiniz.
Björk: Son günün headliner’ı Björk’ün performansı, onun seçtiğini tahmin ettiğim şarkıların ana sahneden alana yayılmasıyla başladı. Türkçe bir uzun hava Orange Stage civarında yankılanırken Roskilde’deki son konserim için yerimi aldım. Björk, siyah, parlak borularla kaplı kostümü, turuncu peruğu ve etrafını saran korosuyla ne yapacağı tahmin edilemeyen bir tanrıça gibiydi. Upuzun, elflere benzeyen kadınlardan oluşan koro, eski dünyadan bir tören kıyafetini andıran kapüşonlu, parlak giysiler giymişti. Şarkılardan bazıları için hazırlanmış basit koreografi, sahne üstündekileri gevşekçe birbirine bağlıyordu. Enstrüman olarak da kullanılan kocaman bir Tesla bobininin altında çalınan 17 şarkının 7’si Biophilia albümüne aitti. Her şarkıdan sonra teşekkür eden Björk’ün İzlanda aksanlı İngilizce’si, gördüğüm kadarıyla dünyanın her yerinden insanlara sempatik geliyor. Zira o konuştukça herkesin yüzüne bir sevimlilik yayılıyordu. Björk, 2010’da patlayan yanardağ Eyjafjallajökull’a da bir şarkı adadı.
Danimarkalıların Björk’e daha çok ilgi göstereceğini düşünmüştüm ama herhalde pazar gecesi olmasının etkisiyle, seyircinin genelinde toparlanıp eve dönme telaşı hakimdi. Yüksele yüksele doruğa çıkan konser Declare Independence’la bitti. Alandan ayrılacaklar akın akın kamp alanları, servisler ve trene doğru giderken biz, ertesi sabah oradan ayrılacağımız için geceyi aylaklıkla geçirdik.
Roskilde Festival’a Gideceklere Tavsiyeler
[Fotoğraf: CPHCPH]
- Biletinizi alırken Get-a-Tent hizmetinden de faydalanmanızı öneririm. Ek bir ücret karşılığında, alana gittiğinizde çadırınız kurulmuş ve sizi bekliyor oluyor. Festival sonunda bu çadırı yanınızda götürebiliyorsunuz. Get-a-Tent alanının bence en iyi yanı, diğer kamp alanlarına göre çok temiz ve sakin olması. “Kamp alanı ne kadar pis olabilir ki?” diye bu önerimi hafife almayın. Gördüğüm diğer kamp alanları çok çok pisti ve sabaha kadar patlak hoparlörlerden müzik yayını yapan insanlar vardı. Sabah uyandığınızda yan çadırdaki arkadaşın bokuna basıp düşmenin mümkün olduğu dev umumi tuvaletler düşünün. İşte kamp alanları böyle.
- Her sene bir veya birkaç gün mutlaka yağmur yağıyormuş ki bu yıl da yağdı. Yanınıza en ucuzundan bir çift lastik çizme ve yağmurluk almayı unutmayın. Unutursanız da endişelenmeyin, Roskilde şehir merkezinde aradığınız her şeyi bulabilirsiniz.
- Kamp alanlarında duş bulunuyor. Su soğuk. Duş ücretsiz ama şampuan, sabun vs. satın alınıyor. Duş alanlarında saç kurutma makineleri için priz de var. Duşlar yan yana sıralanmış halde. Hiçbir hamamda göremeyeceğiniz kadar çok çıplak insan görmeye hazır olun.
- Festivalde yeme-içme konusunda hiçbir sıkıntı yok. Hem içeride çeşit çeşit yemek var, hem dışarıdan yemek sokabiliyorsunuz. Tasarruf etmek istiyorsanız konserve veya sıcak suyla hazırlanan noodlelar gibi gıdaları tercih edebilirsiniz.
- Diğerlerini bilmiyorum ama Get-a-Tent alanında sabaha kadar yanan bir ateş bulunuyor. Yatmadan önce burada biraz takılıp Avrupa’nın dört tarafından gelen festival katılımcılarıyla sohbet edebilir ve ateşte marshmallow, sosis vs. kızartabilirsiniz.
- Euro birçok yerde geçiyor ama alana gitmeden Kron almanız yararınıza olur. Mutlaka ihtiyacınız olacak. Festival alanındaki ATM’lerde çok uzun kuyruklar oluyor. Alana size yetebilecek kadar parayla gitmeye çalışın ya da şehre gittiğinizde para çekin.
- Festival alanında telefonunuzu şarj edebileceğiniz dolum merkezleri bulunuyor. Türklerin işlettiği bir yemek standı bulup oraya da bırakabilirsiniz telefonunuzu. Buralardaki yemekler de biraz torpilli oluyor.
- 2000’deki kazada yaşamını kaybedenler için yapılan heykele dokunun. Üzerinde “Ne kadar kırılganız” yazan bu heykelin yakınında oturup bir süre insanları izledim. Taşa, sanki o insanlara dokunuyormuş gibi nazikçe dokunup bir şeyler söyleyenleri görünce gözlerim doldu.
- Orange Stage’in aşağısındaki yemek alanında, 20 küsur yıldır festivalde yer alan bir makarnacı var. Önünde hep sıra oluyor ama beklemeye değer.
Herkese iyi festivaller!
(Festivalden fotoğraflarla bir “Expédition” yazısı yazacağım.)
No Comments