Nick Cave and the Bad Seeds // Push the Sky Away

photo Push-The-Sky-Away-PACKSHOT3-768x768_zps562ce3d6.jpg

[Bad Seed Ltd. – 2013]

Nick Cave and The Bad Seeds’in 2008 tarihli albümü Dig, Lazarus, Dig!!!’de bir Tom Robbins karakteri görmüştüm. Tropik, terli, yaşama isteğiyle dolu ve arsızdı. Albert Goes West’te anlatılan adama özeniyordum. Şekerli kokteyller içip sıcak yaz akşamında ayağımı kuma sokmak gibiydi şarkılar. Sıkıntı kişiseldi ve kendi kendine çözülebilirdi. 

Push The Sky Away 5 yıldır ağzımda bozulmadan kalan şekerli tadı silip attı. Şimdi sıkıntı çok daha büyük ve sona erecek gibi değil. İnsanın doğasından ya da güdülerinin en derininden kaynaklanan çürümüşlük, her şeyin daha doğumda bozulmaya mahkum olması, güzelin/iyinin istismar ve vahşete yenilmesi yeni bir bilgi değil ama hazmedilmesi zor. Şarkı biçiminde bile olsa. Nick Cave’in karanlık şiiri nasıl lanet bir dünyaya zincirlendiğimizi hatırlatıp her günün yeni bir trajedi olduğunu ilan ediyor. Aşk, seks, minnet, şefkat ve genel kabule göre insanın içini ısıtabilecek her türlü duygu alışverişi, sömürü ve yağmaya dönüşüyor. İnsan acınacak halde. Geçenlerde hamam böceklerinin yanlışlıkla insanlara temas ettikten sonra kaçıp kendilerini temizlediğini okudum. Öyle haklılar ki.

Bad Seeds’in kurucu üyelerinden Mick Harvey olmadan kaydettiği ilk albüm Push the Sky Away. Bir diğer kurucu üye Barry Adamson ise 26 yıl sonra gruba geri dönmüş. Güney Fransa’da, 19. yüzyıldan kalma bir eve kurulmuş kayıt stüdyosunun görüntülerini albümün trailer’ında görmüştük. 12 aylık bir süreçte yazılan şarkılar, Cave’in Google’da ve Wikipedia’da arayıp bulduğu, doğruluğundan emin bile olunmayan tuhaf olayların izlerini de taşıyor. İnterneti kullanma biçimimiz bilinç akışıyla paralellik gösteriyor çoğu zaman. Örneğin az önce izlediğim gıdıklanan penguen videosuna nasıl gittiğimi bilmiyorum. Bu bilinç akışı albümün bence en epik şarkısı Higgs Boson Blues’da kendini belli ediyor. Hannah Montana, Şeytan ve Memphis’teki otel odaları birbirine geçiyor. 

Push the Sky Away’in başrolü tamamen Nick Cave’in anlatısına ait. Müzik hiç metnin yerine geçecek kadar yükselmiyor. Bu açıdan başta sakin/yumuşak gibi algılanabilse de anlatının koyuluğu idrak edilince albümün ne kadar sert olduğu anlaşılıyor. Tek tük gitar riffleri, bas uğultusu, piyano, hafif davullar Cave’in iç çekişlerinin altında durmaksızın bir şarkıdan diğerine uzuyor. Azıcık huzur barındıran Wide Lovely Eyes’da bile kapıdaki kötülüğün gerilimi var. Water’s Edge, Jubilee Street, We Real Cool ve Higgs Boson Blues bir bir çarpıyor tokatları. Albümü bitiren Push the Sky Away ise az önce kafamızı duvara vuran elin okşayışı gibi. Şarkının rock’n roll’a dair cümlelerinin, Neil Young‘un 1979 tarihli Rust Never Sleeps’ini noktalayan Hey Hey, My My (Into the Black)’ten eksik kalır yanı yok:

“Bazıları alt tarafı rock’n roll işte diyor, ama ruhunun dibine kadar iniyor”. 

Nick Cave and the Bad Seeds derinlere inmekte hiç zorluk çekmedi. İnerken elimizden tutup bize de kendi ruhumuzu gösterdi, gösteriyor.

No Comments

Leave a Reply