Primavera Sound 2016: Sadece Müzik

Primavera Sound 2016

Aç gözlerini; Akdeniz’in kıyısında tanımadığın on binlerce kişiyle omuz omuza Radiohead şarkıları söylüyorsun. Kapa gözlerini; İstanbul’a dönüş uçağındasın. Aç gözlerini; küçük bir plak dükkanında 20-30 kişiyle canlı Radiohead kayıtları dinliyorsun. Kapa gözlerini; evin sandığın yerde kimseye zarar vermeden, dilediğin gibi yaşamana izin yok. Sokakta kan. Şimdi uzunca bir çizgi çek bir Radiohead buluşmasından diğerine; Barselona ile İstanbul’u, Akdeniz’le Boğaz’ı, birbirlerinin dillerini konuşmayan insanları birleştiren; sevgiyle nefreti, duyguyla dogmayı, varoluşla yok edişi ayıran. Yürü bakalım o çizgi üzerinde, bir o yana bir bu yana sendeleyerek. İp gibi ayaklarına dolandıkça çözmek için daha çok çabalayarak.

Bu yıl 16. defa düzenlenen Primavera Sound, evi edindiği Parc del Fòrum ve şehre dağılmış muhtelif mekanlardaki ücretsiz etkinliklerde yaklaşık 200 bin kişiyi ağırladı. Biletleri tükenen festivalde toplam 19 sahnede 349 performans gerçekleşti. Seyircinin Radiohead’le çıt çıkarmayıp Ty Segall’la çıldırdığı, müziğe odaklanıp sahnedeki her grubun hakkını verdiği bir festival geçirdik. Konserlerde kalabalığa oranla ne kadar az telefonun kayıtta olduğuna (bu arada konserlerde görüntü kaydıyla ilgili hiçbir sorunum yok) ve ne kadar az yerde yuvarlanan sarhoş insan gördüğüme şaşırdığımı saklamayacağım. Primavera Sound’un headliner’ı müzik, sadece müzik.

Bir yanardağ olarak Explosions in the Sky ve James Murphy’nin kayıtsız şartsız egemenliği

Air, Primavera Sound 2016

Festivalin alana karşılıklı yerleşmiş iki büyük sahnesi H&M ve Heineken sahneleri, ağırladıkları isimlerin de etkisiyle en yüksek katılıma sahip oldu. 2 Haziran akşamı Air‘le başladı Primavera maratonum. 1998 tarihli ilk albümü Moon Safari ile kalbimizi çabucak çalan Fransız grup, kariyerlerinin tüm hit’lerini henüz yorulmamış, enerjisi yüksek kalabalıkla paylaştı. Sexy Boy, Kelly Watch The Stars, Cherry Blossom Girl akıp giderken Air’in hayatımın bir bölümüne sezdirmeden nasıl soundtrack olduğunu fark ettim. 2000’lerin ilk yarısında dolaşmayı tercih eden grup, pembe Barselona akşamını limonata tadına buladı.

Explosions In The Sky, Primavera Sound 2016

Teksas’ın müziğe saymakla bitmez katkılarından Explosions in the Sky, bu yıl çıkardığı The Wilderness ile hala nefes aldığını (hem de ne nefes almak) hatırlatmıştı. İçin için yanıp püskürmelerle neredeyse tektonik bir karaktere sahip müziğini seyirciye sanki damardan veriyormuş gibi etkili ileten grubun canlı performansına kapılmamak imkansız. Alçalıp yükselen yalnızca ses duvarları değil, müzikle birlikte dalgalanan binlerce insanın duyguları. Konser boyunca sürekli tırmanışta olan tansiyon, sonunda elektrikli bir katarsise kavuştu. Yanardağ patladı, külleri ciğerlerimize doldu. İşitsel bir Pompeii oldu Heineken sahnesi.

Tame Impala, Primavera Sound 2016

Tame Impala‘yla ilk randevum 2013’te Sziget’teydi. Lonerism ertesi performanslarının içine girememiş, onlardan etkilenmek istemiş ama yapamamıştım. Üç yıl ve bir albüm sonra, daha büyük bir sahnede karşılaştık. Kevin Parker liderliğinde her albümde teknik açıdan mükemmelleşen ve popülerliğini artıran grup bu defa tam bir festival canavarı olarak çıktı karşıma. Müziğin şekerli akışkanlığını tamamlayan yoğun görseller, üst üste patlayan dans edilebilir şarkılar, ışık ve konfeti yağmuru Tame Impala’nın gitmek istediği yönü ortaya koyuyor. Benim için gösterinin ölçeği büyüdükçe, müziğin etkileyiciliği artmıyor. Her ne kadar albümlerini sevsem de, konserlerde ruhumu ele geçiremiyor Tame Impala. Eventually‘nin ortasında fiş çekilmiş gibi tüm ses gittiğinde sahneden inip 5 dakika sonra geri döndüklerinde şarkıya aynı yerden devam etmeleri, bir konser DVD’si izliyormuşum da mutfağa gitmek için durdurmuşum hissi verdi. Doğası gereği planlanamayan duyguların gerçekliğine fazla düşkünüm herhalde.

LCD Soundsystem, Primavera Sound 2016

LCD Soundsystem, kafa radyonuzda kapladığı yer ne kadar olursa olsun yakalarsanız mutlaka izlemeniz gereken isimlerden. 2011’de Madison Square Garden‘da verdiği konserle kariyerinin fişini çeken grup, 2015’in sonunda yayımladığı single’ın peşinden bu yıl birçok festivalde headliner olarak sahalara geri döndü. James Murphy‘nin zihninden taşan derinlikli dans parçaları, elektronik müzik, rock ve punk’ın birbirini öptüğü yerde eşine az rastlanır bir enerjiyle dinleyiciye akıyor. Daft Punk Is Playing at My House, You Wanted A Hit, Losing My Edge, Dance Yrself Clean sahneden yüzüme çarptıkça müzik dışında her şeyin yok olduğunu hissediyorum. Tüm duygularımın, tüm festival alanının, tüm Barselona’nın hatta Akdeniz’in hakimi James Murphy; onun beyaz gömleği terle ıslandıkça benim ruhum temizleniyor. Dans etmek şamanik bir tedaviye dönüşüyor.

Tedaviye ara vermek imkansız, bu yüzden Thee Oh Sees‘i kaçırıyorum. 2012’de Mono Festival‘da sabaha karşı izlediğim Battles‘la yine yorgun bir gecede buluşuyoruz. Taşikardi ritimlere yetişmeye çalışarak pinpon topu gibi sekiyorum deneysel duvarlar arasında. Ian Williams, Dave Konopka ve John Stanier‘ın nefes aldırmayan gürültüsü, sabaha iki saat kala yakamdan silkeleyip bırakıyor. Gitar, davul ve bas gitar üçlüsü tarafından hırpalanıyorum.

Bir Radiohead konseri asla sadece bir konser değildir

Savages, Primavera Sound 2016

İkinci albümü Adore Life ile post punk sahnesine kök salan Savages, bu yaz izlemeyi en çok istediğim isimlerdendi. Grubun müthiş konser performansını Portishead öncesi bizi kendilerine hayran bıraktıkları Midtown Fest‘ten bildiğim için, Jehnny Beth‘in kışkırtmalarıyla çıldırmaya, aklımın dizginlerini bu dört vahşi kadına devretmeye hazırdım. Yeni albümden parçaların ağırlıkta olduğu 50 dakikalık yüksek enerjili, crowd surfing’li, gürültülü ve sert set, geleneksel kapanış parçası Fuckers‘la, “Don’t let the fuckers get you down” cümlesini derimin biraz daha altına kazıyarak bitti. Bir sonraki buluşmamıza kadar (Bir ay sonra, Roskilde Festival’da) yetecek cesaret ve yaşama iştahını depoladım.

Radiohead, Primavera Sound 2016

Primavera Sound biletlerinin erkenden tükenmesinin sorumlusu Radiohead‘in Heineken sahnesinde belirmesine dakikalar kala, havadaki heyecan ve beklenti dalgası elle tutulacak kadar yoğundu. Henüz 15 yaşında bir çocukken, babamın beklenmedik doğum günü hediyesi olarak Selanik’te izlemiştim onları. Kid A‘in yayımlanmasına dört ay vardı. 30 yaşında yeniden okumak istediğim kitaplar, izlemek istediğim filmler, anlamını değiştiren, farklı şeyler söylemeye başlayan şarkıların yanında Radiohead de temize çekilmeliydi.

Art arda Burn The Witch, Daydreaming, Decks Dark, Desert Island Disk ve Ful Stop ile A Moon Shaped Pool‘un göbek bağını keserek başladı konser. Ortaokuldan beri çok farklı hisler, mekanlar, hayatın farklı dönemlerinin dertleriyle dinlediğim şarkılar bir kere daha içimden süzülüp geçti. Sahnedeki müzisyenlerin yüzlerindeki çizgiler derinleşmiş, benimkiler yeni yeni görünür olmaya başlamıştı. Talk Show Host, No Surprises, Karma Police gibi zaman ve duygu yükü yoğun parçalar ya bir ağızdan söylendi, ya da nefeslerin tutulduğu sessizliklerde ruhlara işledi. Zihnimi Thom Yorke‘un sahneden taşıp aramıza yayılan varlığı ve Johnny Greenwood‘un ses mimarlığı arasında paylaştırmaya çalıştım.

Radiohead’in seyircisiyle özel bir ilişkisi var. Festival ne kadar büyük, sahnedeki ekranlar ne kadar çok, ışıklar ne kadar özenle planlanmış olursa olsun duyulan şey doğrudan müzisyenin kalbinden çıkıp dinleyicininkine ulaşıyormuş gibi. Binlerce kişi de olsak, kasetlerimizi sayarak mutlu olduğumuz minik odamızda çoraplarımıza bakarak dinliyor gibiyiz içimizdeki yuvasında kıpırdanan şarkıları. Ender görülen bir tabiat olayı sayabileceğimiz Creep duyulduğunda tanımadığım bir kadının sırt çantama kapanıp ağlaması öyle doğal ki. Başka türlü olamazdı zaten. Birbirine hiç değmemiş binlerce hayatı üst üste pozlanmış bir fotoğraf karesi gibi birleştirmek, yalnızca müziğin yapabileceği bir şey. Bir çemberin tamamlanması hissine eş. Hafızamdaki iki saatlik kaydın üzerine hiçbir şey koymadan odaya gitmek isterdim ama gecenin geri kalanı göz ardı edilecek gibi değil. Sahneden sahneye savrulmaya devam etmem gerek.

The Last Shadow Puppets, Primavera Sound 2016

Gözümüzün önünde büyüyen Alex Turner ve Miles Kane‘in, gözümüzün önünde büyüyen projesi The Last Shadow Puppets, bence bu yılın en iyi albümlerinden birine imza attı. Grubun müziğindeki şeytan tüyü, sahne performanslarının neredeyse belkemiği oluyor. İki harika albümden şarkılar, heyecan seviyesi hiç düşmeyen kalabalığın üzerine akarken Turner ve Kane arasındaki “bromance” gerçek bir seyirlik sunuyor. Müzisyenin güldüğünü, eğlendiğini, yaşadığı andan keyif aldığını görmekten hoşlanan konser izleyicisi için The Last Shadow Puppets bulunmaz nimet. Avrupa’nın en önemli müzik festivallerinden birinde değil de grubun canı istediği gibi çalıp söylediği bir provadayız sanki. Belki stil danışmanlarıyla seçilmiş giysiler, aynada çalışılmış olması muhtemel mimikler, bütün o kendinin ve nasıl göründüğünün farkında olarak hareket etme hali, ne hissettiğim samimiyeti ne de müzikten aldığım keyfi azaltıyor. Hepsi The Last Shadow Puppets’ın dünyasının parçası ve o dünyanın içinde olmaktan mutluyum. Konserin tamamını izleyip Animal Collective‘i es geçecek kadar.

Beach House, Primavera Sound 2016

Savages, Radiohead ve The Last Shadow Puppets‘ın farklı bölgelerine akupunktur yaptığı ruhumun pansumanı Beach House‘a düştü. Victoria Legrand’ın balmumu sesinin kulaklarımdan girip içimin kalıbını çıkarmasına izin verdim. Kıpırtısız, sadece soluyarak durdum bir süre. Sahnenin mavi ışıkları tarafından yutulup hissiz ve ağırlıksız rüyalara sürüklendim yerimden hiç oynamadan.

Sabaha karşı The Avalanches için Ray Ban sahnesine attım kendimi ama ayakta da gözlerimi kapatıp uyuyabildiğimi fark etmemle otele dönmenin iyi bir fikir olduğuna karar verdim.

PJ Harvey’nin siyah dünyasından Sigur Rós’un açtığı portallara

Richard Hawley, Primavera Sound 2016

Barselona’nın dar sokaklarına, plakçılarına, tapasına, biralarına kendimi fazla kaptırınca listemdeki Boredoms ve Autolux‘ı kaçırıp Richard Hawley‘e yetişiyorum. Albümlerindeki Sheffield’ın ağaçları kadar yoğun sound, konserde de korunuyor. Çok sevdiğim Standing at the Sky’s Edge ve Hollow Meadows ağırlıklı bir saatlik konserin tadı damağımda, Hawley’i kapalı bir salonda doya doya izlemenin hayali aklımda, Deerhunter‘ın alana yaydığı titreşimlerden nasiplenerek geceyi bekliyorum.

PJ Harvey, Primavera Sound 2016

Tıpkı Radiohead gibi erken izlediğim isimlerden PJ Harvey. Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu’nda, 16 yaşımın hayranlığıyla içime çektiğim görüntülerden geriye parlak bir elbise kalmış. Yeni albümü The Hope Six Demolition Project etrafında şekillenen bir sahne düzenlemesiyle, siyahlar içinde, saksafonuyla çıktı karşımıza bu defa PJ Harvey. Mick Harvey ve John Parish‘in de yer aldığı dokuz kişilik orkestrasıyla ağırlığı son iki albümüne verdi. Sahnedeki teatral performansın kapalı bir mekanda seyirciyi daha çok yakalayacağını düşündüm (4 gün sonra Zorlu PSM‘deki konserinde haklı olduğumu gördüm. Setlist aynı olmasına rağmen Primavera’dan daha etkileyici bir konserdi). PJ Harvey’nin şarkılarındaki meseleler kişiselden globale uzanan bir ölçeğe yayılıyor. Bir-iki şarkıyla ziyaret edilen Rid of Me ve To Bring You My Love albümleri benim için (seyircinin verdiği tepkiye bakılırsa onlar için de) daha heyecan verici olsa da, 15 yıl sonra bu büyüleyici kadınla yeniden buluşabilmiş olmak harika. Bir “Hola” ve birkaç teşekkürle geçiyor konser. Kısa süre sonra yine Zorlu PSM’de izleyeceğimiz Sigur Rós için sahne değiştiriyorum.

Sigur Rós, Primavera Sound 2016

Dünya değiştiriyorum, evren değiştiriyorum sanki Sigur Rós sahneye çıktığında. Onları 2008’de Zénith’te izlediğimde sahnenin önüne bir su perdesi indirmişlerdi. Bu defa yıldızlar arası otobanda yolculuğa çıkarıyorlar bizi. Çok boyutlu bir ışık ve görüntü yağmurunda yıkanarak arınıyoruz. Ses dalgaları, duygu dalgaları, renk dalgaları içinde kendi Space Odyssey’imizi çekiyoruz zihnimizde. Sigur Rós da ne kadar büyük bir kitleyle izlenirse izlensin, aslında tek başına deneyimlenen gruplardan. Gözler aynı yere bakıyor, kulaklar aynı sesi duyuyor ama herkesin yolculuğu başka istikamete. Kendi yolumun tozu ruhuma bulaşmış halde, 11 Haziran’daki Zorlu PSM performanslarında yeniden görüşmek üzere, kulağımdaki çınlamayı katlamak için Ty Segall and the Muggers konserine geçiyorum.

Güncel garage rock sahnesinin en üretken ve heyecan verici isimlerinden Ty Segall, bu yıl çıkardığı Emotional Mugger albümünün ardından bir araya getirdiği grubu The Muggers‘la Primavera sahnesindeydi. Segall’ın çığlıklı, stage dive’lı, yerlerde sürünmeli, ipini koparmış performansından daha iyi bir festival kapanışı düşünemiyorum. Yukarıdaki video, konserin genel havasını çok iyi özetliyor. Üç günün yorgunluğu gitar gürültüsü içinde erirken, ayaklarımın ağrısına rağmen daha fazlasını istiyorum. Aklımdaysa birçok konserden sonra olduğu gibi, az önce tanık olduğum şeyleri bir de İstanbul’da yaşama hayali var.

Sahneler teker teker kararıp müzik yerini rabarbaya bırakırken, binlerce insanla birlikte zombi gibi ayaklarımı sürüyerek çıkıyorum festival alanından. Kimileri belki “rüya gibi” der, benim gerçekliğim bu. Kulağımdan kalbime giden elektrik akımları, hakikatin ta kendisi. Sevilmeyecek gibi değilsin Primavera Sound, yine görüşelim.

Fotoğraflar: Eric Pamies (1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 10, 11) ve Xarlene (9).

No Comments

Leave a Reply