Konserlerin herkes için başka başka işlevleri var. Kimine sosyalleşme, kimine goygoy, kimine izolasyon sağlıyor. Bana yerine göre üçünü de veriyor (Müzikten bahseder gibi yapıp kendimi anlattığım bir yazı daha). Konserler sadece vermiyor, herkesten bir şeyler alıyor da. Zamanını, dertlerini, dikkatini hatta aklını. Mono’nun bana verdiği şey yükselme hissi ve doygunluk oldu. Benden aldığıysa kaygı.
İnsanlar bana fazla (fiziken/ruhen) yaklaştığında allerjik reaksiyon gösterebiliyorum. Buna kimi doktorlar kaygı bozukluğu diyor ama sorun değil. Güçlü olmak zorunda olmadığımız gibi arazdan arınmış olmamız da gerekmiyor. Kalabalıktan daralırken de yaşadığını hissediyor insan; sahnede, müziğin pençesinde kendini yere atarken de. Mühim olan o bedenin içinden geçenleri önce kendin kavramak, sonra karşındakine aktarabilmek. Aktarmak mecburi değil ama iyi hissettiriyor. Aktarım şu hayatın güzelliklerinden biri ve Mono’nun ustalıkla kotardığı bir iş.
Pedallarla başkalaşan, ruhanileşen, yükselen ve dinleyenin ruhunu da yanına alan gitar katmanları, sahneyle izleyiciyi birbirine bağlıyor. Kendi duygularım onların içinden, onların duyguları benim içimden geçiyor gibi hissediyorum. Elektrik akımı gibi. Müzik kendisi dışındaki şeyleri hafifletip önemsizleştiriyor. Etrafımdaki ve dünyadaki insanlar yine bir buçuk saatliğine rahatsızlık verici mütecavizler olmaktan çıkıp aynı köklerden beslendiğimiz kardeşlerim oluyor.
Mono’nun sözsüz ama çok hikayeli performansı bedenin müziğin elektriğine teslim edildiği doruklardan, saçların perdesi ardında katedilen düzlüklere iniyor ve salondaki herkesi yol arkadaşı kılarak bitiyor. Bis yok, olmaması doğal geliyor. Biten bir yolculuk bitmiştir. Mono’nun kaptanlığında yerimden hiç kıpırdamadan dünyayı görüyorum. İçimin fiziki haritasını özlemişim. Konser sonunda kendimi bulduğum yer ev. Meğer ne zamandır beni bekliyormuş.
Fotoğraflar: Ali Güler
No Comments