Midtown Fest // 20.08.14 / Küçükçiftlik Park

Ortaokul yıllarımda grup tişörtleri insanlarla tanışmak için geçerli bir vesileydi. Üzerindeki büyük “P” harfiyle o mavi Portishead tişörtünü birinin üzerinde gördüğümde gizli bir kardeşliğin parçasıymışız gibi hissederdim. Çarşamba gecesi sahnedeki led ekranda aynı “P” yanıp söndüğünde içim titredi. Tuhaftı. Beth Gibbons‘ın sesini en çok Akmar’dan alınmış kasetlerden dinlemiştim. Geceleri Kent FM‘in web sitesindeki istek parça bölümünde Glory Box‘ı işaretleyip, çalınana kadar uyumadığım zamanlardı. İstanbul’un uzun soluklu olmasını dilediğim yeni festivali Midtown Fest‘in headliner’ı olarak açıklandıklarında binlerce kişi gibi benim de kalbim bir süre ağzımda attı. Yanlarına eklenen vahşi İngiliz post-punk grubu Savages da heyecanımı katladı.

Festivale yeni EP’leri için stüdyoya girmeye hazırlanan The Ringo Jets‘le başladım. Onları festivallerde sahnede görmeyi seviyorum. Çıtayı hiç düşürmüyorlar, nasıl bir rock’n roll kayasına çarpacağınızı her zaman biliyorsunuz. Savages öncesi kulaklarımıza takla attırdılar.

Jehnny BethGemma ThompsonAyşe Hassan ve Fay Milton‘dan oluşan Savages, simsiyah giysileriyle simsiyah sahnede yerini aldığında iyi bir konser izleyeceğimden emindim. Grup, geçen yıl çıkardığı ilk albümü Silence Yourself‘le çok iyi eleştiriler almış ve sahne performansıyla övülür hale gelmişti. Şarkılarında üzerindeki tüm baskılara karşı koyan, normları sorgulayan, bedenini seven güçlü bir kadın dile geliyor. Jehnny Beth, gördüğüm en karizmatik solistlerden biri. Savages’ın jilet gibi keskin müziğiyle açtığı isyan bayrağı seyircide karşılık buluyor. Silence Yourself’den şarkılara bir de Suicide cover’ı Dream Baby Dream ekleniyor. Yılın açık ara en seksi konseri, grubun mayıs ayında çıkardığı single’dan Fuckers‘la bitiyor. Jehnny Beth, “Don’t let the fuckers get you down” diye haykırırken özellikle kadınların gözlerinde hayranlık var.

EMC_3926gnl

Yazının burasında biraz durakladım. Portishead çoğumuzu melankolisiyle yakalamış, derdimize ortak olmuş, bu yüzden de en mahrem, en kişisel anılarımızın parçası olan bir grup. Beth Gibbons‘ın iki eli mikrofonda sabit (bazen parmaklarının arasında bir sigarayla) duruşu Portishead’e dair aklımızdaki ilk görüntülerden. Yıllar içinde müziklerinin insana dokunuşu, Gibbons’un sahne halleri gibi, hiç değişmedi. Cowboys‘u, Mysterons‘ı, Over‘ı canlı dinlediğimde elbet hafif bir nostalji duyuyorum ama bu kadar çarpılmamın sebebi hala taze olmaları. Bunlar ömürlerini doldurmuş, sadece daha kaygısız olduğumuz ve aslında olduğundan daha güzel hatırladığımız yıllara dönme vesilesinden ibaret şarkılar değil. Hepsi yaşıyor. Hepsi gerçekliğini koruyor. Toplam 3 stüdyo albümüyle ulaşılabilecek en geniş etki alanına ulaşan grup, Dummy‘den (1994) 5, Portishead‘den (1997) 2, Third‘den (2008) 7 parça ve 2009’da yayınladıkları Chase The Tear‘ı çalıyor. Wandering Star‘da birer tabureye çöken Beth Gibbons ve Geoff Barrow, baş başaymış gibi çalıp söylüyor şarkıyı. Şarkı söylediği anlar dışında sesini duymayı lütuf saydığımız Gibbons, bir ara sahneden inip ön sıralardaki insanların elini tutuyor, birinin kendisine verdiği bilekliği takıp konsere öyle devam ediyor. Machine Gun‘da ekranda Gezi Direnişi’nden görüntüler, İstanbul United logosu ve “BERABER” yazısı beliriyor. Yıldızlar içinde Glory Box, scratch’lerini duydukça sırıtmadan edemediğim Cowboys, biste gelen Roads ve We Carry On. Herkesin takık olduğu bir şarkı var muhakkak ama en yüksek sesle eşlik edilenler Sour Times ve Glory Box.

Portishead’in 23 yıllık kariyerinden seçip çaldığı şarkıların seyircinin ne kadar derinine işlediği, yüzlerdeki büyülenmiş ifadeden belli oluyor. Kırgınlıklarını saklamayan insanları seviyorum çünkü herkes kırılır. Herkesin canı yanar. Herkes canı yandığında bir şarkının dostluğunu arar. Portishead’in müziği bizi bu çok basit noktada birleştiriyor ve bir süreliğine, konser bitip alan boşalıp herkes İstanbul trafiği içinde ayrı yerlere dağılmadan önce, ürpertici bir his birliği sağlıyor.

* Fotoğraflar: Erdal Mahir Cüran

No Comments

Leave a Reply