[Fotoğraf: Ben Pobjoy]
Hayatta yumuşak şeyler var. Cam kenarlarındaki koltuklar, battaniyeler, sıcak içecekler ve sıcak kollar gibi. Hayatta bir de daha sert şeyler var. Yemek yaparken elini doğramak, buz tutmuş kaldırım, kafana inen sarkıt ve kaybettiğin insanlar. Daha sert olanların gerçekliğini de daha net idrak ediyorsun. Bir şeye ne kadar sert çarparsan, onun varlığını o kadar kuvvetle doğruluyorsun. Bazen ahenkle şarkı söylemen değil, eline geçirdiğin her şeyi haşat edip bas bas bağırman gerekiyor. Ancak o zaman kendini yeterince ifade edebiliyorsun.
Gürültü çıkaran grupların gerçeklikle bağları bana hep biraz daha sağlam geliyor. Gürültü, bana göre içine doğduğumuz çağın damıtılmamış sesi. Gürültü içinde rahat hareket ediyorum ve onu bir dil olarak kolayca kabul edebiliyorum. Toronto çıkışlı punk rock grubu METZ‘in müziğini duyar duymaz benimsedim. Alex Edkins, Hayden Menzies ve Chris Slorach‘ten oluşan grup vahşi bir davul, cazırtılı gitarlar, sert bir bas ve anlaşılması zor çığlıklarla anlatıyor derdini. The Jesus Lizard, Melvins, Shellac, Nirvana ve Pixies‘e benzetilmeleri boşuna değil. Yönünüzü tayin etmenin zorlaştığı ses katmanları arasında, gürültünün melodiye dönüşebildiği anlar yaratıyorlar ve içlerinde barındırdıkları enerjiyi fark etmemek imkansız.
Geçtiğimiz yıl çıkan Sub Pop etiketli ilk albümleri METZ, 90’lardan beri kaybettiği grupların yerini yenileriyle doldurmaya çalışanları tatmin etmenin yanında, geçmişe ait bir şey olmama niteliğini de taşıyor. METZ’in gürültüsü 90’ların değil bugünün sesi ve müzik ölmedi arkadaşlar. Müzik konser salonlarında çığlık çığlığa kükrüyor. Müzik, üzerine atlamak için duvarın arkasında bekliyor. Hazır ol.
No Comments