Jack White‘ı seviyorum. İplerin tamamen Meg White‘ın elinde olduğunu söylediği The White Stripes sonrası solo albümlerindeki o kendini kanıtlamış çocuk gururunu, ego patlamalarını, bitmek bilmeyen kadınlar tarafından hırpalanma isteğini, ipini koparmış, kimin ne dediğine boş vermiş, tuhaflıktan korkmayan hallerini seviyorum. Şarkılarında söyledikleri özünden çıkıyormuş gibi geliyor. Sahne üzerinde de her şeyini seyirciye veriyor White, çalmak kadar çalarken seyredilmekten de hoşlandığı aşikar.
Bana göre 2012’nin en iyi albümü olan Blunderbuss sonrası, Roskilde Festival‘da tamamı kadın müzisyenlerden oluşan Peacocks grubuyla izlemiştim Jack White’ı. Masmavi ışıklara boyanmış, müzisyenlerin uçuşan elbiseleriyle elfleri andırdığı, başka bir zamana ait bir performanstı. Cuma gecesi ise karşımızda tam bir güç gösterisi vardı. The White Stripes’tan beri Jack White projelerinin turne menajeri olan Lalo Medina seyirciyi uyarmıştı gerçi; “Bu gece, burada bir rock’n roll konseri izleyeceksiniz,” demişti ve eklemişti, “Konser, telefonlarınızın ekranlarından çok daha büyük.” Uyarısı çoğunlukla etkili oldu, konser süresince nispeten daha az telefon kalktı havaya. Pür dikkat sahnedeydi gözler. Monokrom mavi içinde briyantinli saçları, vintage kesimli takımı ve gitarına aktardığı deli enerjisiyle Jack White sadece sahneyi değil, seyirciyi de yönetti.
White’ın beş kişilik grubu da kendisi kadar iddialıydı. Keman/vokalde Lillie Mae Rische (Peacocks’ta da vardı), davulda insanüstü gücüyle Daru Jones ve geçtiğimiz ay grupla turnedeyken Mexico City’de geçirdiği kalp krizi nedeniyle hayatını kaybeden klavyeci Ikey Owens‘ın yerine kadroya katılan, Queens Of The Stone Age üyesi Dean Fertita‘yı özellikle anmak gerek. 19 şarkılık nefes kesici rock’n roll şovunda Jack White diskografisinin The White Stripes dönemi 8, The Raconteurs dönemi 1 şarkıyla geçildi. White’ın 2 solo albümüne ait 10 parça ise 6 Lazaretto, 4 Blunderbuss olarak bölüştürülmüştü.
Sahnede gayet neşeli görünen ve bizi bol bol gülücükleriyle ödüllendiren Bay White, Türkiye’ye gelmesinin uzun sürdüğünü ama nihayet burada olduğu için mutluluk duyduğunu söyledi. Konser baştan sona coşkulu ve sertti. High Ball Stepper‘la canavar gibi açılıp Seven Nation Army ile stadyum havasında biten, country ve blues’a göz kırpan performansta Missing Pieces, merhum Ikey Owens‘a adandı. Jack White gitarının tellerine vurdukça titreşen sadece sahnedeki vintage televizyonun ekranı değildi. 90’ların sonundan itibaren yükselişine ve 2000’lerin en etkili isimlerinden birine dönüşmesine tanıklık ettiğimiz bir müzisyenin zihnindeki rock’n roll fikrinin parçasıydık. Bir buçuk saatlik maviliğin sonunda gitar müziğiyle sarılmış, hayatımın kimi dönemlerinin soundtrack’ini dinlemiş ve gördüklerim/duyduklarımdan tam anlamıyla tatmin olmuştum. Mekanın gümbürtü rekoru Pixies‘den Jack White’a geçti mi bilmiyorum ama kulaklarımdaki çınlama uzun süre benimle kaldı.
Jack White’ı 2 yıl arayla, çok farklı iki ayrı mekanda, farklı müzisyenlerle, birbirinden tamamen farklı atmosfere sahip iki konserde izledim ve aralarında seçim yapamıyorum. Bu adam seyirciye her zaman samimi olduğunu hissettiriyor. Cebinden çıkardığı tarağıyla saçlarını düzeltirken de, bir orkestra şefi gibi grubunu yönetirken de yaptığı işi ciddiye aldığını hissediyorum. Sonrasında eve gidip hemen videolarını izlemek istediğiniz konserler olur ya, Jack White performansı benim için öyleydi. Yorgunlukla sızarken hala Instagram’da konser fotoğrafı arıyordum. Umarım kendisiyle bir sonraki buluşmam için çok beklemem.
* Fotoğraflar Jack White’ın web sitesinden. Her konserin fotoğrafları aynı gece yükleniyor.
No Comments