Keyifle takip ettiğim online varlığını basılı alana da taşıyan Rave Mag‘in ilk sayısı için In Hoodies’le karşılıklı paslaşarak, aklımıza gelen şarkıların tetiklediği başka şarkılara sıçrayarak, bazen müzikle doldurduğumuz ortaokul yıllarına, bazen hafızamıza takılıp kalan röportajlara dönerek, “Back to Back” başlıklı bir yazı hazırlamıştık. Belki yine dergi için, belki blog için ileride tekrarlarız. Buyrun müzikten geçen bilinç akışımıza.
R.E.M. – Losing My Religion (Out Of Time, 1991)
Tür ve zaman sınırlaması olmaksızın şarkılar arasında yapacağımız bilinç sıçramalarından ilki için hız almak üzere gerilerken, kendimi ortaokul yıllarımda buldum. Okuldan arta kalan zamanımın çoğunu odamın duvarlarını kaplayan posterlere bakıp müzik dinleyerek geçirdiğimden, mantıklı bir başlangıç noktası. Arka koltuklardan bin bir ısrarla servis şoförüne ilettikleri Bulutsuzluk Özlemi kasetleriyle lise son rock camiası ve ön koltuklardan vazgeçmeyen İbrahim Tatlıses lobisi arasındaki mücadelenin durulduğu anlardan birinde, nasıl olduysa radyodan duyuluyor R.E.M.’in Losing My Religion’ı. Bu şarkıyı ilk dinleyişim değil, daha önce mutlaka bir yerde denk gelmişim ama hafızama böyle kazınıyor. Önce akla kolayca takılan melodisi ve yeni İngilizce öğrenmenin keyfiyle ezberlenen sözleri, sonra müzik kanallarında kovaladığım videosu. Çoğu şarkıyı, sözlerinin ağırlığını hissetmeden dinleme lüksüne sahip olduğum yılları hatırlatıyor Losing My Religion. Müziğin, içimde başka hiçbir şeyin dokunamadığı bir şeyleri uyandırdığını fark etmemden hemen sonra, R.E.M.’in Kurt Cobain üzerindeki etkisini öğrenmeden biraz önce. – Artemis
Nirvana – School (From the Muddy Banks of the Wishkah, 1996)
R.E.M. benim için de çok farklı noktalarda duygusal olarak Nirvana ve Kurt Cobain’le kesişen bir grup. Kurt Cobain’in son röportajlarından birinde, bir albüm daha yapacaklarsa “Automatic for the People” gibi bir albüm yapmak istediğini söylemesini, R.E.M.’in başarıyı azizler gibi karşılayarak harika müzik ortaya koymaya devam edebilmelerinden hayranlıkla bahsetmesini hatırlıyorum. Michael Stipe’ın Monster albümündeki Let Me In’deki karakterin “Kurt ile telefonda konuşan kendisi” olduğunu söylemesi, sözleri “onu bulunduğu ruhsal durumdan çıkarmaya çalışması” olarak tarif etmesi, Courtney Love’ın Cobain’in gitarlarından birini gruba hediye etmesi ve Mike Mills’in şarkıyı, Cobain’in kırılmamış sayılı gitarlarından olan o solak gitarın tel sırasını değiştirip çalarak kaydetmesi… Cobain’in ölümünden sonra Michael Stipe “her şey hazırdı” diyor, beraber kayıt yapmayı deneyeceklerini anlatarak. “Uçak biletini bile almıştı ama son anda aradı ve ‘gelemiyorum’ dedi”.
Geriye döndürülemeyen böyle anlar aklıma geliyor. From the Muddy Banks of the Wishkah’daki harika introsuyla, School. Üç cümle, birkaç akor. Aberdeen sonrası farklı olacağını hayal ettiği Seattle sahnesinde (ve hatta Sub Pop’ta) lisedeki anlayışsızlığın benzerini görmek. Kabadayılar, klikler ve klişeler arasında hapsolmuş. Lise değerlendirme kartlarından birinde hakkında “tedirgin, sıkılgan, işbirliği yapmayan” yorumları olan Kurt Cobain, 1989 Avrupa turnesi sonrasında bazen seyircilere baktığını ve lisede kendisini hırpalayan tiplerin benzerlerini görebildiğini anlatıyor. Daha sonra In Bloom’da çok daha doğrudan bahsedilen, yakalayıcı nakaratlarını tekrar eden, müziğini dinleyen ama ne hakkında olduğunu hiç anlamayacak olan yabancıyla olan mesafesini haykırıyor. Kaçtığı liseye teneffüsü, molası olmayan bir hademe olarak geri dönüyor. – In Hoodies
The Smiths – Barbarism Begins at Home (Meat Is Murder, 1985)
Nirvana bizim kuşağımızdaki birçok insan gibi benim de müzikle ilişkimi şekillendiren grup. Televizyonda Smells Like Teen Spirit’in videosuna rastladığımda donup kaldığımı hatırlıyorum. O hafta sonu Bağdat Caddesi’ndeki Uzelli Müzik’e koşup elime geçen ilk Nirvana CD’sini almıştım: From the Muddy Banks of the Wishkah (o gün aldığım diğer albüm de Metallica’nın Reload’uydu). Çoğu stüdyo kayıtlarına göre oldukça agresif ve hızlı çalınmış olan parçalar bir yana, Cobain’in albümü açan çığlıkları, ilk defa bir müzisyenin ruhuna yaklaşabildiğimi, öfkesini anlayabildiğimi hissettirmişti. O zamandan sonra da atamadığım çığlıkları benim yerime seslendiren, vuramadığım görünmez duvarları benim yerime yumruklayan müzisyenlerle bağlarım daha derin oldu.
Paylaşmak için önüne geçemediğin bir itki hissettiğin şarkıları, en ufak temasa bile katlanamayacağın insanların ağzından duymak korkunç olsa gerek. Öldürdüğü vahşi hayvanlarla poz veren avcıların yarattığına benzer bir tiksinti. Johnny Marr’ın birkaç yıl önce David Cameron’ı, The Smiths’i sevmekten men edişi geliyor aklıma. Muhafazakar bir politikacının onlardan “en sevdiğim grup” diye bahsetmesinin mide bulandırması çok doğal. Diskografisi iktidara, normlara, yerleşik sisteme yönelmiş katı ve yakıcı bir nefretle dolup taşan The Smiths’in hayatıma daha erken girmesini isterdim. Örneğin Barbarism Begins at Home’u 18 değil, 15 yaşında dinlemiş olsaydım keşke. Gerçi 30’unu geçtiğinde de bitmiyor her gün yüzleşmek zorunda kaldığın barbarlık, “Ne yaparsam yapayım kazanmam imkansız” hissi. Benden üç ay büyük bu şarkı, hala her dinleyişimde ilkokulda öğretmenin elimize vurduğu cetvellerden bugünün takım elbiseli cellatlarına, hayatın köşelerini keskinleştirirken bizim köşelerimizi yontmaya çalışan yaşam istilacılarını düşündürüyor. Hala burada ve olduğumuz gibiyiz. Ha ha. Acımadı ki. – Artemis
Pink Floyd – What Do You Want From Me (The Division Bell, 1994)
Morrissey’in dışarıda kalmayı, farklı olduğu düşünülene karşı ruhsal, fiziksel şiddeti anlatımı inanılmaz. The Headmaster Ritual, Barbarism Begins at Home ve çok daha fazlasında. Sözlerde okul ve ev arasındaki farkın belirsizleşmesi gibi yetişkinlikte de iş hayatı, sosyal çevre, devlet başka görüntüler arkasında tanıdık bir mengeneyle ruhunu ezmeye devam ediyor. Başka yönlerden gelen oklar aynı yere, dışarıda kalan kalplere yöneliyor. Öğretmen gibi işveren de askeri zihin yapısı ardında saklanamıyor. Kabullerin dışındakini hırpalayan okul arkadaşlarının zalimliği, müdürün tutuculuğu, büyüdükçe dayatılan sosyal zorunluluk algılarıyla beraber yetişkinlikte çok daha sert. Takılan lakaplar, gülüşmeler, azarlanmalar, dışlanmalar unutulmadığı gibi büyüdükçe kaçılabilen yerler azalıyor sanki. Yönetim yanında soluyor ve dış gerçeklikle birlikte daha acıtarak lehimleniyor içine yalnızlık. Vücuduyla dalga geçildiği için beden eğitimi dersine girmek istemeyen çocukların kafatasları hayatları boyunca çatlak, enselerinde ayak izleri var. Zaman geçiyor ve tüm bunlarla, ruhunun zapt edilmesine karşı verdiğin mücadeleye dönüyor hayatın.
“I ain’t good looking but I’m someone’s child” lirikleri geliyor aklıma ve hüzünlü bir sıçrama ile “We are ugly but we have the music”. Oradan “…Do you want my blood, do you want my tears? Should I sing until I can’t sing anymore? Play these strings until my fingers are raw”. – In Hoodies
Roadside Picnic – Afazi Gürültüsü (Le Cafard, 2016)
Pink Floyd, büyürken evde duyduğum seslerden ama bazı albümleri dinlemek, anlamak demek değil. Yaşadıkça, şarkıda dediği gibi insan olmaya alıştıkça anlam değiştiriyor çoğu. Tekrar tekrar temize çekmek gerekiyor. Yazımında, icrasında hayati bir gereklilik, yaralanmaktan korkmayan (muhtemelen halihazırda sahip olunan yaraların çokluğundan) bir kalp açıklığı sezilen şarkılar daha çok iz bırakıyor. Blur’ün No Distance Left to Run’ı, Nick Cave and the Bad Seeds’in Skeleton Tree albümü gibi.
İçindekileri söylemezse yok olacağını hisseden insanların yaptığı müzik, uzaktan bakıldığında bile belli oluyor. Kendi hikayende antagonist olmanın getirisi belki bu. Senden aldığı onca şeyin karşılığında bir teselli armağanı. Roadside Picnic’in her yerinden gerçeklik akıyor. – Artemis
Joy Division – Atmosphere (1980)
Gerçekten öyle. Müzikle, melodiler, ritim ve sözlerle nefes almak, yaptığı müzikle yaşamak denince aklıma Joy Division geldi. Şarkı “Atmosphere”. Eski Roll sayılarından birinde okumuştum sanırım, çok etkilemişti. Joy Division’ı kulüp performanslarından birinde izleyen biri, grup için “sanki o müziği yapmıyor olsalar yok olacaklarmış gibi çalıyorlardı” demiş. Kim hatırlamıyorum.
Şarkının Anton Corbijn dehası ürünü videosu da her izlediğimde tüylerimi diken diken ediyordu, hala da öyle. Çorak, taş ve kaktüs dolu bir arazide siyah ve beyaz kapüşonlu cübbeler içinde figürler, sırtlarında (+) ve (-) sembolleri, zorlukla taşınan dev şekiller ve Ian Curtis’in muhtemelen basın için çekilmeyen fotoğrafları.
Atmosphere ilk defa sadece Fransa için sınırlı sayıda yayımlanan “Licht und Blindheit” single’ında Dead Souls ile beraber yer almış. John Peel, Fransa versiyonunun yayımlandığı gecenin ertesinde her iki şarkıyı da programında çalıyor. Sadece müzisyenler, gruplar için değil, John Peel, Corbijn gibi insanlar için de müziğin soluk borusuna, kalbe yakın yerlerde olduğunu, damarlarda dolaştığını hissetmek zor değil.
Şarkı Ian Curtis’in ölümünden sonra tekrar piyasaya sürülüyor ve böylece listelere giriyor. She’s Lost Control ile beraber İngiltere’de A yüzünde single, Amerika’da B-side. John Peel, Ian Curtis’in ölümünü radyoda anons ettiğinde ve Tony Wilson tarafından Ian Curtis’in cenazesinde bu şarkı çalınıyor. Hepsi o kadar tuhaf ki. Konuştuğumuz her şey, hem yıllar önce okuduğum bir yazıyla, hem hikayesiyle, videosuyla ve sözleriyle bu şarkıya doğru geldi sanki. Yaralar, gerçeklik, şiddet, yırtıcı, yakıcı taraflarımız, insanların anlayışsızlıkları, baskıları, geçmişimiz ve müzikten başka hiçbir şeyin dokunamadığı parçalarımız… “People like you find it easy” lirikleri, söylenişi, Ian Curtis’in sesindeki gerçeklik içimi titretiyor. “Don’t walk away”. – In Hoodies
No Comments