İngiliz müzisyen Ben Drew çok yönlü bir sanatçı. Plan B adıyla yayımladığı albümlerin yanında oyunculuk ve yönetmenliğe de emek veriyor. Finansmanı için uzun süre mücadele ettiği ilk filmi ill Manors, 32. İstanbul Film Festivali kapsamında gösterildi. Londra’nın kıyısındaki fakir mahallelerde yaşanan şiddet, suç ve umutsuzluk döngüsünü can yakıcı bir gerçeklikle anlatan film, tema şarkısında söylendiği gibi izleyeni bir “şehir safarisine” çıkarıyor.
Zengin ve fakirin birbirinden hem fiziksel, hem zihinsel sınırlarla ayrıldığı bir kenar mahallede (kentsel dönüşümle birlikte İstanbul’un da gittiği yön bu) yaşam, çevreye ayak uydurabildiğin ölçüde mümkün. Burada ne uyuşturucu satmak, ne birini öldürmek ne de bağımlı olmak çemberi kırmaya çalışmaktan daha zor. Hayatta kalmak, en yakınını gözünü kırpmadan harcayabilmeye bağlı. Peşine düşülen “saygı” ve para, ancak şiddetle elde edilebiliyor. Ele geçen para da çarçur olup gidiyor zaten, kimsenin emeklilik planı yapabileceği bir yer değil burası.
Hikayelerine tanıklık ettiğimiz karakterler uyuşturucu satıcıları Ed, Aaron, Chris ve Kirby; çocukluğunda istismara uğrayan, uyuşturucu parası için fahişelik yapan bağımlı Michelle; Avrupa’dan İngiltere’ye yasa dışı göçen, Rus bir kadın satıcısının tecavüzü sonucu hamile kalıp hamileliği boyunca satılan Katya ve bebeği; bir hayata sahip olmak için çeteye girmeye çalışan küçük Jake ve kendi otorite alanını oluşturmak için birbirini öldürmeye hazır mahalle sakinleri. Hepsinin şiddet ve umutsuzluk dolu hikayeleri, Drew’nun ilk filmi olmasına rağmen iyi kotardığı atlamalı bir kurguyla birbirine bağlanıyor. Birinin hatası, diğerinin sebebi oluyor ve bu kısırdöngü içinde hep birlikte suç girdabının derinlerine ilerliyorlar.
Filmin sürekli vurguladığı şey, insanın yaşadığı yerin yansıması olduğu. Tercihimiz dışında içine doğduğumuz ortam, bizi gerçekten hayatımız boyunca değiştirilemez bir dizi eyleme mahkum edebilir mi? Yoksa çemberlerin kırılamaz olduğu sadece bir yanılsama mı? Karakterlerin üst üste tokat gibi çarpan, birbirinden sert hikayeleri boyunca sürekli birinin döngünün dışına çıkmasını ister halde buldum kendimi. Hatta filmin sonuna doğru içimden yalvarıyordum artık biri beklenmedik bir şey yapsın, cemaatin kurallarına karşı koymayı göze alsın diye.
Drew’nun çoğunlukla aktüel kamerayla, zaman zaman bunaltan yakın planlarla kurduğu, cep telefonu ve güvenlik kameralarıyla kaydedilmiş görüntülerle desteklediği gerçekçi yapı, hikayelerin acıtıcılığı ile birleşip karanlıkta bırakıyor izleyeni. İki saat sonunda, tam ihtimaller içinde hep en kötüsünün gerçekleşmesine alışıyoruz ki ufak bir mucize, bir umut ışığı yanıyor. Gerçi biraz eğreti duruyor anlatının içinde. Filmin son dakikalarında iplerinden boşanır gibi bir “adalet” dağıtımı var, sanki film kendini pisliğin sonsuza kadar devam edemeyeceğine inandırmak istiyor. Ancak ben aynı şekilde yüzümü mutlu yarınlara çeviremiyorum çünkü kötülüğün dışarıdaki güneşi dahi hissetmeme engel olan bilinciyle çökmüşüm.
Ben Drew, hikayeler arasında anlatıcı olarak söz alıp her karakterin geçmişini bir hip hop parçasıyla özetliyor. Sadece sözle değil, görüntüyle de derdini hakkıyla anlatıyor. Etkilendiği isimler arasında saydığı Shane Meadows’un daha şiddetle yoğurulmuş ve kadraja daha az kafa yormuş versiyonu gibi aslında. ill Manors, Türkçe çevirisiyle Belalı Mahalle, çoğu zaman kafamızı başka yöne çevirip görmemeyi yeğlediğimiz hayatları, en bilmek istemediğimiz detaylarıyla yüzümüze fırlatıyor.
No Comments