Expédition yazmayalı çok olmuş. En son karlı mahalle fotoğraflarını paylaşmışım. Sıcağın verdiği baygınlığa festivallerle pansuman yaptığımız günlerde bir analog post patlatmayalım mı? Lomography’nin yeni makinesi Fisheye Baby 110‘dan şurada bahsetmiştim. Nihayet Baby ve Lomography Orca BW 100 ikilisinin sonuçlarını aldım. Tabii ki filmin bir kısmını yakmışım, bir kısmını da az pozlamışım. Fotoğrafların geneline bakarak şunu söyleyebilirim, Baby ve Orca ikilisini daha çok güneşli günlerde tercih etmek gerek.
Kullandığım Orca BW 100, fabrikanın ürettiği ilk partiden. Benekler sonraki üretimlerde de olur mu yoksa ilk üretimin bir defosu mudur bilmiyorum. Ama hataları severiz. Bahçedeki ağaçları lalettayin çektiğim bu karede, insanın Babil’den bu yana bitmek bilmeyen göğe yükselme arzusunu anlattım.
Vapurun en sevdiğim yeri, üst katlara çıkan merdivenler. Gelen geçenin zaman zaman üzerime basmasına aldırmadan ısrarla merdivenlerde otururum. Baby yanımda olunca, basıvermişim deklanşöre. İlk kareyi pek beğendim. İkincisinin hülyalı hali bulb modunda çekmiş olmamdan. Bu modda perde deklanşöre bastığınız an açılıyor ve siz parmağınızı çekene kadar açık kalıyor. Bu anda makineyi sallamamak esas ama dedik ya, lomografide kural yok.
Galata’daki graffiti’lerden en sevimlisi bu. Gölgede çekilmiş kareler içinde de en aydınlığı. Baby ile çekim yaparken balık gözünüzü kocaman açın ve konunuza iyice yaklaşın.
Gerçek yolculuk yüzeyde yapılır. Karada ya da suda. Havada yapılan… eh, o da yolculuk ama Wim Wenders filmlerindeki gibi değil. Yüzeyde ihtimaller boldur ki yolcunun gıdasıdır onlar. Ben küçükken vosvosumuz vardı. 74 model. Ön tekere ne kadar hava basılacağını bile bilirdim. Sokakta tamponuna çocuklar oturdu mu çok bozulurdum. Sürekli yolda bırakırdı bizi. İhtimallerle arası iyiydi. Şimdi arabalara merakım yok. Yollar bu mevsim çok sıcak. İnsanın tabanları yanıyor. Neyse ki Karaköy’deki balıkçıların yanından suya sokulabiliyor ayaklar. Sonra tüy gibi hafif. Yok gibi hafif. Olmayan bir şeyin hafifliğinden bahsedilebilir mi?
Ayakları suya sokmak deyince aklıma arkadaşlarımın Paşabahçe vapurunun kıçında, demirlerin dış tarafına oturup ayaklarını köpüren denize sokmaları gelir. Ne cesaret. Deniz, gençleri aşırı cesarete özendiriyor. Gereği yapılsın!
Bu makaranın yıldızı, deklanşöre her basışımdan 0.3 saniye önce başını çeviren huysuz arkadaşımız. Sokakta gördüğüm her kediye bir şey söylüyorum (istisnasız). Yürüyüşlerim kedilerin cevap vermeye gerek görmediği bir monolog halinde geçiyor. Neyse ki selamımıza karşılık veren de var kediler, sizin insafınıza kalmadık! Model’den Can selam da veriyor, poz da. Örnek alın kuyruklular. Şş, kime diyorum?
Hava çok ısındığında, dertlerin bir kısmı da mecburen buhar olmak zorunda. Maddenin kanunu bu. Yani omlete dönmeyeyim derken o hasır şapkayı takıyorsun ya kafana, başka şeyi taktırmıyor dünya. En azından ayakların denizin içindeyken. En azından sevgilin yanındayken. En azından yan yana nefes alıp terlerken.
No Comments