Konserler benim zihinsel düzlemimde iki türlü işliyor. Müzik ya bir tutkal gibi beni sahnedeki ve çevremdeki insanlarla birleştiriyor ya da her şeyden yalıtıp yalnız evrenimin içine atıyor. İkincisinde daha çok çağrışımlar, anı kırıntıları ve ani duygu değişimleri var. Londra menşeili plak şirketi Erased Tapes’in 5. yılı şerefine birlikte turlayan A Winged Victory For The Sullen, Ólafur Arnalds ve Nils Frahm’ın toplamda 3 saati bulan performansı, benim için konser mekanından çok kendi zihnim içinde gerçekleşen bir hadiseydi. Ben de konseri anlatırken kafamdaki çağrışımlara sadık kalacağım ve o zihin akışını yeniden yakalamaya çalışacağım.
A Winged Victory For The Sullen
[Fotoğraflar: Ali Güler]
Sahneden tek bir nota yavaş yavaş yükselip hoparlörleri titretirken, boğazımdan hava kabarcığı gibi bir şey gözlerime tırmanıp orada patladı. Bu erken boşalma şaşırtıcı olsa da kolay kabullendiğim bir şey. Ay, sahnenin üzerindeki ekranı soldan başlayarak dolduruyor ve Felix Baumgartner’ın dünyaya atlamadan önce aklında bir şarkı olup olmadığını merak ediyorum. İnsanların arasından sahneyi görmeye çalışmayı konserin ilk dakikalarında bırakıyorum. Yere oturup gözlerimi kapıyorum. Evrenin bir radyo istasyonu olsaydı (zaten yok muydu, Albemuth?) yayın akışı bundan farklı olmazdı. Etrafımda başını öne eğmiş, içine kapanmış insanlar var. Önümdeki kızın omuzları biraz hareket ediyor gibi, ağlıyor mu? Sevgilisinin teselli çabasına cevap vermiyor. Belki müzikten değil, başka şeyden ağlıyor. Belki ağlamıyor. Ekranda deniz anaları. Ne zaman deniz anası görsem aklıma bir film sahnesi gelir, hangi film olduğunu çıkaramam. Adamın biri, akvaryumda deniz anaları besler. Karanlık odada parıldayan deniz anaları. Şimdi herkesin özünde iyi olabileceği, geleceğe dair umut olduğu düşüncesi damarlarıma yayılıyor. Yaylılar mı bunun sebebi? Keman sesinin insanı bu kadar etkilemesinin bilimsel açıklaması nedir? İyi müzik, nasıl oluyor da insanı iyiliğe inandırabiliyor? Başıma hiç kötü bir şey gelemezmiş gibi hissediyorum. Sanki sokağa çıktığımda herkes bana gülümseyecek. Mark Linkous (Sparklehorse) anılıyor. Bir silahın soğukluğu, iradenin yoğunluğu. Bacaklarım karıncalanıyor, uzun süre bağdaş kuramıyorum.
Ólafur Arnalds
İzlandalı birini gördüğümde, ender bir tür hayvan görmüşüm gibi ilgi ve merakla bakma alışkanlığımı koruyorum. Ólafur Arnalds’ın bütün sevimliliğine, sahnedeki esprilerine rağmen içimde bir şeyler üşüyor onun müziğini dinlerken. Kuzey Avrupa filmlerinin donuk yeşil ışığında görüyorum her şeyi. Arnalds Mısır Çarşısı’nda gezerken insanlardan çok bunalmış, neredeyse panik atak geçiriyormuş. His birliği içinde olduğumuz en az bir konu var demek ki. Polonya’nın engebeli yollarında, tur otobüsünde uyuyamayıp sabaha kadar içtiklerini ve ertesi gün kendilerini çok mutsuz hissettiklerini anlatıyor. Bu hikayeyi sanırım hiç unutmayacağım. Mutsuz ve hissiz uyandığım her sabah, Ólafur Arnalds’ın Polonya’sında hissedeceğim kendimi.
Boyumun hızla uzadığı dönemde ayaklarım çok ağrırdı. Geceleri ağrıdan ağlardım. Babam ayaklarımı naneli merhemlerle ovardı. Karanlıktan hep korktum. Gece lambasının ışığında halıdaki desenleri böceklere benzetir, uyuyamazdım. Böceklerden de hep korktum. AWVFTS konseri boyunca çok korkusuz ve yenilmez hissetmiştim, Ólafur’u dinlerken neden böyle bıraktım kendimi? Nils Frahm’la birlikte çaldıkları parçada, Frahm’ın başını piyanoya dayayıp müziği dinlemesi mi dokundu bu kadar? Sahnedeki müzisyenler içlerini açınca, aynısını yapmamak mümkün değil.
Nils Frahm
Roskilde’de nefes almanın zor olduğu bir salonda, yanakları güneşten kızarmış insanlarla izlemiştim Nils Frahm’ı. İstanbul’da, dışarıda yağmur yağarken, oturmaktan tutulmuş bacaklarımdaki kan dolaşımını sağlamaya çalışarak izliyorum bu defa. Sol elinin baş parmağını kırdığında doktora enstrüman çalıp çalamayacağını sormuş Frahm ve “Davul çalabilirsin” yanıtını almış. Buna istinaden, piyanonun tellerine bagetlerle vurarak başlıyor performansına. Salon’a hakim olan his, ilk dakikadan itibaren hayranlık. En son sahne almasının sebebinin, piyanoların akordunu bozması olduğunu anlatıyor gülerek.
Dış dünyadan tamamen izole olarak geçirdiğim iki saatten sonra, yine gerçekliğe dönmeye çalışıyorum. 1930’larda geçen Amerikan gangster filmleri geliyor aklıma. Gerçekliği biraz geriden yakalıyorum. Frahm’ın çorapları hep çok güzel. Ólafur Arnalds’la onu alışverişte hayal ediyorum. Müzisyenleri üst-baş alışverişinde hayal etmek çok eğlenceli. Nick Cave’i kuaförde saçlarını boyatırken hayal etmek gibi. Belki de kendi boyuyordur.
Aynı taburede dip dibe, kolları birbirine dolanarak piyano çalan Nils Frahm ve Ólafur Arnalds’ı dinlerken, dünya üzerinde çekilmiş bütün filmleri izlemek istiyorum. Soğuk şehirlerde üşümemek, üşümeden saatlerce sokakta dolaşabilmek, gece yarıları sinema salonlarında tek başıma uyuklamak istiyorum.
Nils Frahm’ın gittikçe hızlanıp karmaşıklaşan performansını ellerim karıncalanana kadar alkışladıktan sonra kimseye pek bir şey söylemeden çıkıp uyumaya gidiyorum. Hiçbir şey duymamak istiyorum bu gece duyduğum seslerden başka. Onları bozulmadan muhafaza etmek, dünyanın ve insanın iyiliğine dair kısa ömürlü inancımı kimseye göstermeden içime kilitlemek istiyorum.
No Comments