Sabah erken kalkmak zorunluluk değil de tercih olunca tatlı geliyor. Sizleri tam burada, önceleri tercih ettiğimiz ama zorunluluğa dönüşünce buz gibi soğuduğumuz tüm eski alışkanlıklarımız için bir dakikalık saygı duruşuna davet ediyorum. Erken kalkılan sabahların popüler aktivitesi yürüyüş beni de ele geçirdi. Yataktan kalkıp bir şeyler yazmak üzere masaya oturmayı çok seviyorum ama günler bu şekilde birbirini izleyince kendimi medikal masaj aramaları içinde buluyorum. Dolayısıyla sabahları önce kasları açma bahanesiyle çıkıp yürüyen bir insan oldum. Yürümeyi seviyorum, bazen fazla seviyorum ve yarım saat hava alıp gelme planı ayaklarım ağrıyana kadar yürüyüp, devam edemeyeceğim dediğim noktadan eve dolmuşla dönmemle sonuçlanıyor. Madem yürüyebiliyorum, neden koşmayayım şeklinde işleyen dümdüz mantığımın sesini dinlemeye de niyetliyim.
Yalnız mı yalnızlıktan, yalnızlık mı yalnızdan?
Norveçli felsefeci ve yazar Lars Svendsen’in kitabı Yalnızlığın Felsefesi, bu hafta kafamda çok yankılandı. Yalnızlık kavramını farklı yönleriyle tanımlayan, sosyoloji ve psikoloji alanındaki araştırmalardan yararlanarak didik didik inceleyen, felsefi ve edebi metinlere, Bowie ve The Smiths şarkılarına referans veren bir çalışma.
Karakterimiz yalnızlığa meyilli olduğu için mi yalnız hissediyoruz yoksa hep yalnız olduğumuz için mi karakterimiz böyle? Fiziksel olarak yalnız olmadığımız halde yalnızlık duymamız normal mi? Yalnızlığı sevmek sağlıklı mı? Yalnızlığın karşıtı nedir ve ona ulaşmak mümkün mü? İki kişinin yalnızlığını birbirine ekleyince sonuç ne olur? Lars Svendsen, hayatım boyunca sık sık kendime sorduğum ve pek çoğumuzun da aklından geçirdiğini düşündüğüm bu gibi soruları cevaplamaya çalışıyor. Altını çizdiğim cümleleriyle, düşünürken takılıp kaldığım ve ötesine geçemediğim noktalardaki kafa açıcılığıyla başucu kitaplarımdan birine dönüşecek gibi Yalnızlığın Felsefesi.
Lars Svendsen’in benzer bir yaklaşımla sıkıntı kavramını incelediği, Bağlam Yayıncılık’tan çıkan Sıkıntının Felsefesi de okuma listemde.
Adını DNA’ma yazarım Massive Attack
Massive Attack’in 1998 tarihli albümü Mezzanine, herhalde hayatımda en çok dinlediğim 10 albüm arasındadır. Yayımlanışının 20. yılı vesilesiyle hayli ilginç bir formata aktarılıyor. İsviçre’deki ETH Zurich üniversitesindeki bilim insanlarının geliştirdiği teknoloji sayesinde albümün tamamı DNA moleküllerine yüklenecek. Ses dosyalarının aktarıldığı DNA zincirleri, gözle görülemeyen 5000 cam nano-küreciğe yerleştirilecek ve böylece Mezzanine, tamamı DNA formatında saklanan ilk albüm olacak. Bu arada projeyi gerçekleştirenler, DNA’da bilgi saklamanın pahalı ve karmaşık bir süreç olduğunu ama bilgi bir kere DNA’ya aktarıldıktan sonra sonsuza kadar saklanabileceğini ve kolaylıkla milyonlarca kopya alınabileceğini söylüyor. Aklımızı türlü şekillerde almaya devam et lütfen Massive Attack.
Prince ile bir gün
1983’ten 1988’e kadar Prince’le çalışan, Purple Rain ve Sign o’ the Times gibi efsanevi albümlerde imzası bulunan ses mühendisi Susan Rogers’ın 2016’da Montreal’deki RBMA konuşmasından bir bölüme rastladım. Prince’in turnedeki bir gününü özetliyordu. Dört saat soundcheck, iki buçuk saat konser, konserden sonra after-party’de çalmaya devam etmek ya da müzik yapmak üzere stüdyoya girmek, sabaha kadar stüdyoda kalmak ve ertesi gün yeniden başlamak… Turne dışında ise dört saat uykudan sonra günlük işlerini halledip stüdyoya koşmak. Uyumadığı ve yemek yemediği her an elinde enstrüman olan, insanlarla müzik yaparak iletişim kurabilen biri. Müzik üzerine binlerce fikri olan ve bunları denemek için 24 saatle yetinemeyen biri. Gerçek rock ‘n’ roll bu olsa gerek. Yaygın yanılgının aksine “takılmaca” değil, durmadan çalışmaca.
Konuşmanın tamamı aşağıda, kısaca bahsettiğim kısımdan başlayacak şekilde ayarladım.
SALT Beyoğlu geri döndü
İstanbul’da özellikle Beyoğlu’nda bizim için bir şeyler ifade eden mekanları kaybetmeye alıştık. Artık kişiliksiz, kimliksiz, tatsız ve köksüz bir hisse sahip İstiklal Caddesi’nde estetik algımıza hitap eden bir şey gördüğümüzde şaşkınlıkla karışık bir mutluluk duyuyoruz.
Mekansal düzenlemeler nedeniyle 2015 sonunda kapanan SALT Beyoğlu, kapandığı döneme göre çok daha boğuculaşmış semte bir vaha olarak geri döndü. Giriş katındaki sinema salonu, üst katlardaki sergi alanları, geniş okuma salonu, Robinson Crusoe 389 Kitabevi ve en üst kattaki kış bahçesiyle SALT Beyoğlu’nun geri dönüşü sevindirici. Robinson Crusoe’nun SALT Galata’daki minik dükkanı da hayatına devam ediyor.
No Comments