Defter #4

Defter #4

İnternetlerden, arkadaş sohbetlerinden, şehirden damlayıp madde madde defterime düşen mevzuları paylaştığım “defter” serisinin dördüncüsünü bol zencefilli çay desteğiyle hayata geçiriyorum. Moon Duo ve King Krule’u konser arşivime kattığım (Moon Duo ile bir de röportaj yaptığım), yeni bir diziye başladığım, Quincy Jones’un Vulture ve GQ’ya verdiği röportajları “Vay canına” diyerek okuduğum, hem uzun uzun yürüyüp fotoğraf çektiğim hem akşama kadar yataktan çıkmadığım günleri barındıran, yeni bir şeylerin tohumunu atmaya çalışıp evdeki çiçekleri beyaz pamukçuklardan kurtarmaya uğraştığım enteresan bir hafta oldu.

Grace and Frankie

Grace and Frankie

Arkadaşlarımın ve annemin eşzamanlı tavsiyesiyle Netflix yapımı Grace and Frankie‘ye başladım. Belki hepiniz biliyorsunuzdur da ben çok geç kalmışımdır çünkü dizi 2015’te başlamış. 70’li yaşlarının başındaki iki kadın, Grace ve Frankie, 40 yıllık eşlerinin sadece iş ortağı değil aynı zamanda 20 yıldır sevgili olduğunu öğreniyor. Eşleri onlardan boşanıp birbirleriyle evlenmek istiyor ve fotoğrafta gördüğünüz, tabii ki birbirine zıt karakterdeki iki kadın aynı evi paylaşmak durumunda kalıyor. 25 dakikalık bölümleriyle çerez gibi izlerim diye başladığım dizi, ilişkilerin her türlüsüyle ilgili isabetli noktalara dokunuyor. Başrollerdeki Jane Fonda, Lily Tomlin, Sam Waterston ve Martin Sheen harikalar ama özellikle Fonda ve Tomlin’in performansı bazen yerlere yatırıyor, bazen kalpleri eritiyor, bazen hüzünlendiriyor. Bence yaşlanma korkusuna da iyi gelebilecek bir dizi Grace and Frankie.

Garip Meyve

Susie MacMurray, Garip Meyve, Akbank Sanat

İnsanların yaşadıkça, yaşlandıkça içlerinde dışarı çıkmaya çalışan farklı insanlarla karşılaşmasını normal buluyorum. Kendini keşfetme süreci hiç bitmiyor sanki. 30 yaşımda nasıl içimde bulduklarıma şaşırdıysam, 70’imde de (tıpkı Grace ve Frankie gibi) orada yeni bir şeyler keşfedebilirim gibi geliyor. 15 yaşında da, 30’da da, 50’de de varoluşunun sınırları toplum ve devlet tarafından canla başla çizilmeye çalışılan bir cinsiyete sahip olduğum için midir bilmem, Susie MacMurray’nin Akbank Sanat’taki sergisi “Garip Meyve” çok ilgimi çekti. Kendisine yüklenen anlamlarla gerçeklikten kopan, karşılaması gerektiği düşünülen sıfatlara hapsolan, bedeninin sahipliğini dahi kaybeden kadına odaklanmış bu sergideki eserlerde zincirler, şeffaf kurşunlar, dikenli teller, olta iğneleri, boğa burun halkaları, tüyler, balmumu, çelik şişler ve kadife gibi malzemeler kullanılmış. Hissettiklerimizin ne kadarının kendi üretimimiz olduğunu sürekli sorgulayarak, ikinci el sorumluluklar ve suçluluk duygusuyla yüklenerek, yumuşaklığımızın ve sertliğimizin yersiz ve zamansızlığı durumunda cezalandırılarak, sürekli kırık bir şeyleri onarmaya çalışırken sonunda görünmez bir yapı malzemesine dönüşme tehlikesini ensemizde hissederek yaşıyoruz. Bunu fark ettiren şeylerden biri Garip Meyve.

extimité

extimité, Dani Lessnau“extimité”, sanatçı Dani Lessnau’nun sıra dışı fotoğraf projesine verdiği isim. Lessnau, vajinasına yerleştirdiği pinhole kamerayla, birlikte olduğu kişilerin fotoğraflarını çekmiş. Pinhole kameraların çalışma prensibi olan uzun pozlama, iki kişinin de hareketlerini filme aktaran bir süreç. İki tarafın da birbirinin bakışından (“gaze”inden) nasibini aldığı, iki tarafın da kırılganlığını ve güvenle teslimiyetini içeren, mahremiyet, iç-dış kavramlarının tersyüz olduğu, iki kişi arasındaki mesafenin göz önüne serildiği, birliktelik ve yalnızlığın yüzeye çıktığı bir çalışma. Lessnau’nun extimité ile ilgili açıklamasını ve fotoğrafları burada bulabilirsiniz. Fotoğrafladığı kişiyle arasında oluşan hiyerarşiden hoşlanmayan Lessnau, işin içine kırılganlık kavramını sokmuş ve bakışını hiyerarşinin kaybolduğu bu alanda konumlandırmış. Fotoğrafa yaklaşımında Ann Hamilton’ın ağzındaki pinhole kamerayla çektiği “Face to Face” serisinden de etkilenmiş. (Björk de 2015’te Mouth Mantra‘nın videosunda bizi ağzına buyur etmişti.) Dani Lessnau’nun Dazed’de yayımlanan röportajında projeyle ilgili daha çok detay var.

Senin ağzın neler diyor?

Quincy JonesMichael Jackson’ın Off The Wall, Thriller ve Bad albümlerinin prodüktörü, 28 Grammy ödülü, 7 Oscar adaylığı sahibi müzik figürü Quincy Jones, birkaç gün önce Vulture’da yayımlanan röportajında “Benim kimseden korkum yok” demiş ve çalıştığı dünyaca ünlü isimlerle ilgili konuşmuş da konuşmuş. Michael Jackson’ın çok şarkı çaldığını, John F. Kennedy’yi Chicagolu mafya üyesi Sam Giancana’nın öldürdüğünü, The Beatles’ın dünyanın en kötü müzisyenleri olduğunu, on iki yıl önce Ivanka Trump’la çıktığını anlatmış. Tabii bunlar işin ses getiren dedikodu tarafı. Röportajda 1930’lardan beri içinde olduğu müzik ve sinema endüstrisinde varolan ırkçılık ve cinsiyetçilikten, açlık ve yoksulluğun %1’lik kesimin umurunda olmamasından, maddi kaygıların ve açgözlülüğün müzikteki ruhu öldürdüğünden, kurumsal dinle ilgili düşüncelerinden ve çocukluğunun dayanılması zor acılarından da bahsediyor. Röportajın tamamını buradan okuyabilirsiniz. Geçtiğimiz ay GQ’da yayımlanan ve Elvis Presley’nin şarkı söyleyemediğini, Malcolm X’in torbacı olduğunu ve Prince’in limuziniyle Michael Jackson’ı ezmeye çalıştığını söylediği röportajını ise burada bulabilirsiniz.

Berlin’e gitmek için bir bahane daha

Avrupa’nın en can ciğer şehirlerinden Berlin’e gitmek için her zaman bir sebep bulunur ama Berlin Institute for Sound & Music’in mart ayında açılışını yapacağı “ISM Hexadome” hayli güçlü bir bahane. Ses ve görsel sanatları bir araya getiren 9 ayrı enstalasyonun deneyimleneceği ISM Hexadome’da işleriyle yer alacak sanatçılar arasında Brian Eno, Thom Yorke, Ben Frost gibi isimler var. 360 derecelik bu audiovisual sergi 29 Mart – 22 Nisan arası Berlin’de olacak, sonra Avrupa ve Kuzey Amerika’yı gezecek. Keşke İstanbul’a da uğrasa.

No Comments

Leave a Reply