New Orleans doğumlu trompetçi Christian Scott, hip hop, rock ve funk etkilerini caz geleneğinden köklenen yenilikçi müziğine taşıyor. Genç yaşlarından itibaren caz dünyasının dikkatini üzerine toplayan Scott ile 27. Akbank Caz Festivali’ndeki performansı öncesinde buluştuk. Müziğe, müziğin temsil ettiklerine ve dünyayı değiştirme potansiyeline tutkuyla inanan müzisyenle büyüdüğü ortam, müzikle sorular sormak, hayatın öngörülemeyen karakteri ve dünyayı nasıl değiştirebileceğimiz üzerine konuştuk. Röportajın bir kısmını videoda görebilir, tamamını aşağıda okuyabilirsiniz.
Bir müzik şehrinde, müzisyenliğe son derece değer verilen bir ailede büyüdünüz. Bu, birçoğumuza rüya gibi geliyor. Doğduğunuz yer ve ortamın getirdiği zorluklar oldu mu?
Ne yaparsanız yapın, yaptığınız işte yüksek bir seviyeye gelmek istiyorsanız çalışmak zorundasınız. Ben müziğin bir tarihe sahip olduğu New Orleans’ta büyüdüm. Bu tarih, daha çok zorluğu aşmanız gerektiği anlamına geliyor. Burası elinize bir trompet alıp çaldığınızda, sadece trompet çalmayı seviyorsunuz diye takdir edileceğiniz bir yer değil. Burası, on yaşında okul grubuna girdiğinizde etrafınızda yüz tane trompetçi olan bir yer. Lisede bu sayı iki yüz oluyor. Muhtemelen yaratıcı doğaçlama müzik alanında dünyadaki en rekabetçi ortam. Enstrümanlarını çok iyi seviyede çalan binlerce insan olduğu için, böyle bir ortamda fırsat yakalamak için pratik yapmanız gerek. Kendinizi notalar ve ölçülerin ötesinde geliştirmeniz gerek. Hikaye anlatmayı öğrenmeniz gerek, bu da dinlemeniz, kendi zevkinizi oluşturmanız gerektiği anlamına geliyor.
Müzikle iç içe bir ailede büyüdüğüm için çok şanslıydım. Dayım efsanevi bir saksafoncu, adı Donald Harrison Jr. Dedem bir folk şarkıcısı ve kültürümüzde, siyahi Kızılderili geleneğinde büyük bir şefti. Yaşadıkları şeylerin bir kısmını bana aktarabilmeleri işime yaradı ama sonunda hangi nesilden olursanız olun, sorunlarla karşılaşırsınız ve gelişmeniz gerekir. New Orleans’tan ayrıldıktan sonra Boston’daki Berklee College of Music’e gittim ki burası muhtemelen dünyanın en rekabetçi müzik okulu. Daha sonra Universal Music ile kontrat imzaladım, orada da çok rekabetçi bir ortam var. Birinin müzik tarihi ile bilinen bir yerde doğmasının, onun hayatını otomatik olarak “rüya gibi” yaptığını düşünen kişileri, insanların yaşamlarına dair tekil anlatıları kabul etmemeleri konusunda uyarmak isterim. Birinin deneyimlerini ya da neler yaşadığını merak ediyorsanız, kendi hayatınızı düşünün. Eğer hayatınız tek bir hikayeden oluşuyorsa, tabii, bunu kabul edebilirsiniz. Ama hayatınız tek bir hikayeden fazlasıysa, başkalarının hayatlarını da böyle düşünün.
Bahsettiğiniz rekabetçi ortamlar sizi yormadı mı?
Hayır, kesinlikle hayır. Kendimi rekabetçi olarak görmüyorum çünkü yaptığımız şey sanat ve bir dereceye kadar öznellik içeriyor. Hiç kimse senin gerçeğini, deneyimlerini ve göğüs gerdiklerini senin gibi ifade edemez. Seninle aynı şeyi yapan, mevkiler için yarışan ve imkanlar için mücadele eden insanlarla çevrelendiğinde yorucu olabilen şey, insanların imkanlar için bu kadar çok mücadele etmek zorunda kaldığı bir toplulukta büyüyor olmak. Mücadelenin kendisi değil, daha iyi olmak için yaşamak zorunda kaldığın şeyler değil, bunlar yormuyor. İnsanlar çalışmak zorunda. Dünyanın neresinde uyanırsanız uyanın insanlar çalışır. Kömür madenlerinde ya da ofislerde çalışırlar ama insanlar çalışır. Bu hiçbir zaman sorun değildi. Benim için mesele, insanların çok az şeye sahip olduğu ve bu yüzden hak sahibi oldukları küçük şeyler için kavga etmek zorunda kaldığı bir ortamda yaşamaktı.
“Soru” kavramına çok önem veriyorsunuz. Bu, çalım tarzınızın da bir parçası. Sorular sormak sizin için ne ifade ediyor ve müziğinize nasıl hizmet ediyor?
Güzel olan şey, aradığınız bilgiye ulaşmak için bir soru sordunuz. İnsanın daha çok bilgi edinmek için kullandığı taktik, sorulardır. Birbirimize sorular sormuyor, birbirimizin derinine inmiyorsak; müziği sevip sevmediğinizi, dokuyu, melodinin ne olduğunu sorguladığınız anlar yaratmıyorsam seyirci veya grup ile nasıl güçlü bir müzikal diyaloğum olabilir ve nasıl bir ilişki kurabilirim? Bu tabii ki dalgalar halinde ilerler. Her şey sorulardan ibaret olamaz çünkü sadece sorulardan oluşan bir konuşma yürütürsek hem ben sıkılırım hem siz. Bu yüzden, dinleyiciyle sanatçı arasında daha anlamlı ve derin bir ilişki kurmak için, dinleyici ve sanatçıyı sorgulamanın yollarını bulmalıyım.
Doğaçlama yapan kişiye, çaldığı şeyi gerçekten çalmak isteyip istemediğini sorgulatmanın müzikal yollarını bulduk. Çünkü belki şu anda bunu çalmak, inşa ettiğimiz armonik ortam içinde anlamlı olmayabilir. Böylece bir adım geriye gidip, nasıl iletişim kuracağınızı yeniden düşünüyorsunuz. Bu da seyirciyle kurduğunuz ilişkiyi güzelleştiriyor. Size her şeyi anlatıp, benim deneyimim bu diye iletişimi sonlandırmıyorum. Diyorum ki “Ben bunları yaşadım, bunları gördüm. Siz ne gördünüz? Bu size neyi düşündürüyor? Bu size bir şey hatırlatıyor mu?” Sonra da bu tepkiyi alıp yaratmaya çalışıyorum.
Kendinizi sadece müziğinizle değil, giyim tarzınızla da ifade ediyorsunuz.
Moda anlayışım, hayatımdaki bir gerekliliğe dayanıyor. İnsanlar çoğunlukla karşılarında altınla donanmış birini görüyor; Akan ya da Wolof, dünyanın farklı yerlerinden topladığım bütün bu tribal aksesuarlar. Endonezya’dan takılarım var, Peru’dan gelenler var. Çoğu zaman insanlar bunu gördüklerinde “Neden bütün bunları takıyorsun?” ya da “Neden hepsini karıştırıyorsun?” diyorlar. Bence bunun iki tarafı var. Birincisi, kendimi sadece Amerikan vatandaşı olarak görmüyorum, ben bir insanım. Dünya vatandaşı olduğumu düşünüyorum. Burada da her yerde olduğum kadar evde hissediyorum. İnsanlara böyle yaklaşıyorum, evrenin bana zarar vereceğini düşünmüyorum ve gündelik ilişkilerimde de insanlara aynı hissi geçirmeye çalışıyorum.
Dürüst olursam, tarzım biraz da sorular sordurmakla ilgili. Seyahat ettiğimde çoğunlukla 24 saat yolda oluyorum, herhalde bunun 6 saati havaalanlarında geçiyordur. Havaalanındayken insanlar size bakar, bazı kanılara varırlar. Seyahatlerimde etrafta 1.80’lik 7 siyah adam oluyor. Bizimle olmayan insanlar bizi sevgi dolu, tatlı, komik, güzel insanlar olarak görmeyebilir. Çoğu zaman televizyonda gördükleri veya başkalarının inanmalarını istediği tekil anlatıları kabul ediyorlar. Yani çoğunlukla beni havaalanında gördüklerinde, benim kim olduğumu bildiklerini düşünüyorlar. Hikayemi bildiklerini düşünüyorlar. Bazen “Bu adam bir uyuşturucu satıcısı” ya da serseri diye düşünebilirler. Çünkü siyahi birinin ne olup ne olmadığına dair görüşleri MTV’den ve siyahi insanları gettolarda gösteren, parasını siyahilerin ödemediği filmlerden kaynaklanıyor. Bir başkası bu filmlerin ve anlatının parasını ödüyor, bunu dünyaya yansıtıyorlar ve siz de kabul ediyorsunuz.
Tarzım bu çünkü beni bu şekilde giyinmiş olarak gördüğünüzde beni tanıdığınızı düşünmeniz çok zor, çünkü üzerimdekileri daha önce hiç görmediniz. Tanımlayamadığınız şeylere bakarken “Bu insanın kim olduğunu biliyorum” diyemezsiniz. Kendinize bir soru sormanız gerekir. “Bunu daha önce hiç görmedim, ilginç” veya “Bunun ne olduğunu biliyor muyum?” ya da “Bu bana neyi hatırlatıyor?” Bütün bu sorular, beni daha insan kılan bir anlatı inşa etmenizi sağlar. Bu yüzden böyle giyiniyorum. Bakan kişinin benimle ilgili bildiğini düşündüklerini sorgulatarak o enerjiyi boşaltmak için.
Kendinizi “ses mimarı” olarak tanımlıyorsunuz. Bu tanım nasıl ortaya çıktı?
Bu çok duyduğum bir şey. Daha çok indie rock veya alt-rock’ta duyarsınız. Farklı türden bir prodüksiyon zekası için kullanılan bir tanım. Sadece akustik enstrümanların sesleriyle bir ortam inşa etmek yerine, son zamanlarda yaptığımız müziğin önemli bir kısmı Ableton, Logic veya Reason gibi programlarla ürettiğimiz seslerle birleşmiş durumda. Buralarda yarattığımız ortamların üzerine çalıyoruz, bu da yaratıcı doğaçlama müziğe çok farklı bir yaklaşım çünkü bu dokuların bazıları kullandığımız enstrümanlarda yok. Bunlarla oynamak eğlenceli. Aslında vurgulamaya çalıştığım şey albümlerde trompet çalımından daha fazlası olduğuydu. Önemli miktarda kompozisyon da var.
Bir müzisyen olarak başınıza gelen en cesaret kırıcı şey neydi?
Ben olaylara böyle bakmıyorum. Bir şey beni hazırlıksız yakaladığında, şok ettiğinde, birinden beklemediğim bir tepki aldığımda ya da müzikal anlamda kulağa pek iyi gelmediğimde, bir şeylerden ders almam gerektiğinde, o anlara bakıyor ve şükrediyorum. Çünkü sürekli konfor alanımda kalırsam, gelişmem çok zor olur. Gelişme gösterdiğim anlarda öğrendiklerimi başka insanlara aktarmam ise daha da zorlaşır. Eğer kolay bir yoldan gidersem, vardığım yere nasıl vardığımı hatırlamam zorlaşır, o süreçten geçmediğim için başkasına bir şey de öğretemem. Rahatsız olduğum, büyük hataların yapıldığı ve onları nasıl düzelteceğinizi bulmak zorunda kaldığınız anları seviyorum. Bence bu, hayata daha yakın. Hayatınızda bir şey olur ve olan şeyle nasıl baş edeceğinizi, nasıl devam edeceğinizi öğrenmeniz gerekir. Olan şeyden bir şekilde sevgi yaratmayı öğrenmeniz gerekir. Bence hayatın ta kendisi bu. Müziğin de en eğlenceli tarafı.
Hatalar en insana özgü şeyler.
Evet, tamamen katılıyorum ve onları seviyorum. Vaktini bir şeyi mükemmel hale getirmeye harcıyorsun ve sonunda elinde patlıyor, bu müthiş. Onu mükemmelleştirmeye harcadığın zaman, aslında her şey sarpa sardığında gerekli tepkiyi verebilme yetisini geliştirmekle ilgili gibi geliyor. Bence bu daha güzel bir şey.
Atoms For Peace’ten Prince’e, farklı türlerde müzik yapan birçok müzisyenle çalıştınız. Bu farklı müzisyenlerden neler öğrendiniz?
Thom Yorke benim hayatımda çok önemli bir kompozitör. Caz geçmişinden geliyorum, Duke Ellington, Charlie Mingus ve Count Basie dinleyerek büyüdüm ama benim için Thom Yorke’un kompozisyona, majör – minör ilişkisindeki etkileşime yaklaşımı, yarattığı palindromik ritimler, ritmik kontrpuan anlayışı, tenor davulların bas davula nasıl cevap vermesi gerektiğinden zil paternlerine kadar davul katmanlarına bakışı… onun bunlara çok dikkat eden biri olduğunu duyabiliyorsunuz. Kompozisyon anlamında çok güzel bir zihni olduğunu düşünüyorum. Dinlediğinizde bu insanın farklı kültürlerden çıkan ritimleri sentezleyip işlediğini duyabiliyorsunuz. Karayip ritimleri, Batı Afrika ritimleri, Latin diasporasının ritimleri… armonik zekanın yanında bunları da duyuyorsunuz. Onun çevresinde olup çalışma sürecini görmek benim için gerçekten iyiydi çünkü bir yöne gitmeye karar verdiğinde, sonuna kadar gidiyor. Yolun %10’unda durmuyor. Bir müzisyen ve sanatçı olarak gördüğü değerden memnunum. O gruptan çok şey öğrendim.
Bir süreliğine Mos Def’le de çaldım. Onun şövalye tavrını ve insanların enerjisini yönlendirme becerisini, sahneye çıktığında etrafına yaydığı hisleri gözlemledim. Burada bir miktar maçoluk ve ağırbaşlılık da var. Prince’le çalışırken, onun etrafındayken de benzer bir durum vardı. Birçok farklı gruptan birçok şey öğrendim ama birlikte çaldığım gruplardan ve birlikte sanat yaptığım müzisyenlerden hiçbir şey öğrenmediklerim de oldu. Ortalıkta hiç efor harcamayan çok sanatçı var. Sadece popülerler. Yaptıkları şeyin kimseye bir şey anlatmakla ilgisi yok. Yaptıkları şey, insanlara bir şeyler satmakla ilgili. Bunlar birbirinden farklı şeyler. Thom Yorke veya Saul Williams’ı dinlediğinizde, müziklerinin iletişim kurmakla ilgili olduğunu görürsünüz. Belki bunu yaparken çok para kazanabilirler, kim bilir, ama sonunda sahneden indiklerinde, artık başka bir insansınızdır. Kendinizi sorgulamak, kendinizle ve onlarla ilgili düşüncelerinizi yeniden değerlendirmek zorunda kalmışsınızdır. Sahne bir çeşit aynadır. Dışarı çıktığınızda aynı dün olduğunuz gibi mi olacaksınız? Diğer sanatçılar size sadece bir şey satmaya çalışır. Tıpkı yemek gibi. Bence yemeğin özü, insanların sizi beslemesidir. Birine yemek vermek çok anaç bir şeydir. Bazı insanlarsa yemeği pişirir ama bunu umursamaz. Sizi beslemeyi düşünmezler, “Şunu ye ve kapa çeneni” demek gibi. Müzik alanında da böyle sanatçılar var.
Sizce müzik bir toplum için ne yapabilir? Bir toplumun, bir ülkenin hatta dünyanın bugününü ve geleceğini nasıl etkileyebilir?
Müzik, toplum üzerinde tüm sanatlardan daha etkili çünkü ona sürekli açığız. Eğer çocuğunuzun analitik kübizmi ve Picasso’yu anlamasını istiyorsanız, önce birçok çözümleme yapması gerekir. Bütün bu objeler parçalara ayrılıp farklı bakış açılarından çiziliyor, böylece objenin daha bütünsel bir görüntüsü elde ediliyor. Bunu 6 yaşındaki bir çocuğa açıklamak zor olabilir. Resmi ona gösterirsiniz, beğenir ya da beğenmez.
Sürekli temas halinde olmak, sanatı çok etkiliyor. Müzikte, çocuklar ergenliğe ve cinsel olgunluğa eriştiğinde, duydukları şeye göre hissetmeye başladıklarında onlara hiçbir şey söylemeniz gerekmez. Ona meylederler ya da etmezler ama her zaman sevdikleri bir şey olur. Şimdiye kadar hiç müziği sevmediğini söyleyen birine rastlamadım. Her şey titreşir, her şey sestir. Sesi kabul etmek üzere ayarlanmış varlıklarız. Müziğin odak noktası toplumu iyileştirmekse, bunu yapabilir. Müziğin odak noktası toplumu yok etmekse, bunu da yapabilir. Müzik çok güçlüdür. Sizde gırtlaktan gelen, fiziksel bir tepki yaratır, müziğe mutlaka tepki verirsiniz. Bu yüzden insanların besin değeri olmayan müzik yapması bu kadar tehlikeli.
İnsanlar “şunları vur, kadınları istismar et, şu insan kimin umurunda, şuna tecavüz et” gibi şeyler söyleyen müzikler yaptığında, bunun kendi düşünce sisteminize sızmadığını düşünüyorsanız kesinlikle yanılıyorsunuz. Bir konsere gidip müzik dinlediğinizde, belki rock ‘n’ roll belki rap, vücudunuz bunu yapmaya başlar (başını sallıyor). Size “siktir git, bütün para bende, annen umurumda değil, kadınlara saygım yok” gibi şeyler söylediklerinde öylece durup “Evet. Evet. Evet.” diyorsunuz. Bu hareket bir onaylamadır. Fizyolojiniz, vücudunuz, fiziksel tepkiniz buna “Evet. Evet. Evet.” diyor. Eğer bunun zihninizde bazı kırılmalara yol açmadığını, bilişsel duvarlar örüp bozulmalar yaratmadığını düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Bunları yapıyor. Bu müziği yapmamızın sebeplerinden biri de bu, çünkü biz de bir onaylama tepkisi yaratmak istiyoruz ama sıcaklık ve sevgi karşısında bir onaylama. Birlikte, ayrı ayrı olduğumuzdan daha güçlü olduğumuz ve birbirimizdeki farklılıklardan çok aynılıkları aramamız gerektiği fikriyle dolu bir onaylama. Müziğin dünyayı değiştirebileceğini düşünüyorum.
[Fotoğraflar: Alex Reside, Yvonne Schmedemann]
No Comments