İstanbul’un düşsel atmosferli, hamaklı, minderli, rengarenk çiçekli festivali Chill-Out Festival, bu yıl 10. yaşının şerefine tüm hafta sonuna yayıldı. Cumartesi gününü izlediğim festivaldeki line-up’ın en göz alıcı ismi elbette 19 yıllık bir aradan sonra geçtiğimiz sene birleşip konserler vermeye başlayan Slowdive’dı. Gündüzün bütün cıvıltısı, neşesi içinde aklım hep Slowdive’ın melankolisine yuvarlanacağım saatlerdeydi.
Life Park’a ulaşım Hacıosman metro durağından kalkan servislerle sağlanıyordu. Kısacık bir yolculukla şehrin göbeğinden ormanın içine, tatile gitmiş gibi oldum. Alanın kapısından girdiğim anda açık hava festivallerini ne kadar özlediğimi fark ettim. Keşfedilmeyi bekleyen sahneler, yaratıcı işler barındıran standlar, mekana yayılan pozitif enerji, akşam olurken biradan alınan ilk yudum gerçekten yazın geldiğini hissettirdi. Chill-Out Festival’a kimliğini veren şeylerden biri de alanın dekorasyonu. Ağaçlara dolanmış neon pembe ipler, dallardan sarkan yelpazeler, dev bir cibinlik gibi üzerimize dökülen kumaşlar, renkli kurdeleler, fenerler, her köşede karşıma çıkan detaylar, ağaçlarla çevrili olmanın yarattığı şehirden kopmuşluk hissini bir rüyaya dönüştürdü.
Rüyanın içinde kulağıma ulaşan ilk ses Kim Ki O’ya aitti. Ekin Sanaç ve Berna Göl’ün karanlık pop projesi, güneşin altında bir şemsiye gibi gölgeye çekti aklımı. O sırada ana sahnede İsveçli Little Children’ın psychedelic folk’u ortamı hareketlendiriyordu.
Festivalde main, next ve other olmak üzere 3 sahne vardı. Vaktimin çoğunu ana sahne civarında geçirdim. Obaro Ejimiwe’nin Londra merkezli elektronik müzik projesi Ghostpoet’in performansı beklentimin ötesindeydi. Bir an geldi, oturduğum yerde sallanmak artık ayıp göründü gözüme. Ayağa kalkıp grubun hakkını vermek gerekti.
Belçikalı indie grubu Balthazar, anlaşılan tam bu seneki Chill-Out katılımcısının kalemiydi. Cumartesi günü ana sahnedeki en kalabalık konseri verdiler. Slowdive öncesi onları pas geçip yeme-içmeye ayırdım vaktimi. Alanda jetonla alışveriş yapılıyordu ve hiçbir yerde birkaç dakikadan fazla kuyrukta beklemedim.
1989-1995 arasında 3 albüm çıkarıp dağılan Slowdive, en derine saklanan yaraların üzerine basan bir grup. Rachel Goswell’in fısıltıyı andıran sesi şarkıların içinde çiy gibi dağılıyor. Neil Halstead’in ağzından dökülen kırık hikayelerin melankolisi gitar katmanlarına yapışıyor. Kızgınlık, kırgınlık duyduğum herkesi affeder gibi oluyorum onları dinlerken. Dünya bir anda yok olacakmış gibi geliyor. Yaklaşmakta olan göktaşının müziği belki de Slowdive. Dünya’nın frenlerinden gelen ses.
Grubun saati geldiğinde, alanın büyüklüğüne göre bir avuç diyebileceğimiz kadar insan var sahne önünde. Beş kişilik ekip sahneye yerleştiğinde o bir avuç insandan öyle çığlıklar yükseliyor ki, doğru yerde olduğumdan emin oluyorum. Şarkılar bağırılıyor, isimler çağırılıyor. Rachel Goswell konser boyunca seyirciye öyle güzel gülümsüyor ki, elini saçlarımda hissedebiliyorum. Ağaçlarla çevrili alanda yankılanan gitar sesi, esinti gibi hafif vokaller, müziğin kendi içinde eriyip akışkanlaşması gibi biçim değiştiren görseller, mutlulukla el ele gelen hüzün içime işliyor. Azami sınırı aşan acıyla yakılmış sigaraların dumanı genzimi acıtıyor. Soğuk, ısırıyor. Nadir bir doğa olayına tanık oluyorum sanki. When The Sun Hits, Dagger, Alison uzak bir geçmişin kokusunu getiriyor. Etrafımdaki herkesin çok kırılgan olduğunu hissediyorum. Gözler dolmuş, kapanmış ya da kocaman açılmış. Herkes kendi evrenine kaçmış, Slowdive’ın pamuk ipliğiyle geceye tutunur halde. Müzik yükseliyor, yön değiştiriyor, hafifliyor, güçleniyor, omzumuzdan tutup sarsıyor, sonra ayaklarımızın dibine düşüp çimenler arasında kayarak kayboluyor. Slowdive, İstanbul’da ufak bir topluluğa hayatları boyunca sahip olacakları bir hediye veriyor. Kalbe yakın taşınacak, yıllarca taze kalacak.
No Comments