Can Oral, yaklaşık 10 yıldır “Siyah Ekran” adını verdiği ekiple kısa ve orta metraj filmler çeken bir yönetmen. Belki siz onu Cemiyette Pişiyorum‘un ya da Mr. Mantis‘in davulcusu olarak biliyorsunuz. Belki bir yerde öykülerinden birini okumuş ya da çizgi romanlarından birine rastlamışsınızdır. Can’ın filmografisinde gerçeküstü/korku örnekleri de var, komedi de. 3 Kasım’da yeni filmi “Buna Değer”in galası gerçekleşecek ve kısa süre sonra filmi online platformlardan da izleyebileceğiz. Uzun metraja geçme arifesinde, Can’la sinema yapmak, gerçeklik, setler ve gelecek üzerine konuştuk.
Can Oral’ın filmleri, öyküleri, çizgi romanları ve özgeçmişine “siber bir örümcek ağı” olarak tanımladığı siyahekran.net üzerinden ulaşabilirsiniz.
“Film yapmalıyım” noktasına nasıl geldin?
Bir şeyler üretmekle her zaman ilgiliydim. Bunu çocukken oyun biçiminde yaptığında, hayal gücünü oyun biçiminde püskürttüğünde elinden gelen her şeyle yaratmaya saldırıyorsun. Bir hikaye düşünüyorsun, o hikayenin kahramanını çiziyorsun, çizdiğin kahramanı kesip oyununu yapıyorsun, yaptığın oyunu arkadaşlarına oynatıyorsun. O oyunlar ben 5. sınıfa falan geldiğimde öyle bir noktaya erişti ki… mesela Terminatörcülük oynuyorsak, “Sen T800’sün, sen T1000’sin” ya da Jurassic Parkçılık oynuyorsak “Sen Velociraptor’sun, sen Tyrannosaurus Rex’sin” falan diye filmi baştan yaşıyorduk.
14-15 yaşında interaktif tiyatro gibi açıklanabilecek FRP oyunlarına bulaşınca, insanlara hikaye anlatma gereği doğdu. Ve bir sinema eserinde olduğu gibi, o hikayenin kuralları var. Böylece aslında insanları eğlendirmeyi de öğreniyorsun. Oynattığın oyundan, anlattığın hikayeden zevk almalarını izliyorsun ve nasıl ters köşeye yatırırım, nasıl sürprizler yaratırım diye düşünüyorsun. Bence bunların bana katkısı olmuştur. Ama bunlar olmasaydı da er geç edebiyata olan ilgim, yazmaya olan ilgim beni oraya götürürdü. Liseye geldiğimde ne yapacağım artık çok açıktı. Yazmayı da her zaman istedim. Kalemle son noktayı koyduğum anda o dünyanın zaten başlayıp bitmiş olmasını seviyordum. Sinemada ise senaryoya noktayı koyduğun anda işkencen yeni başlıyor.
Müzikle de erken yaşta ilgilenmeye başladım. Sinema ilgilendiğim birçok disiplini bir çatı altında topluyordu ve ihtiyaç duyduğum değişime, çokyönlülüğe de hizmet eden bir sanattı. Çocukken hayal gücümü en patlatmış şeyler de sinema eserleriydi. Görsel dünyalara gitmeyi seven bir çocuktum ve bazı filmler o kapıları çok iyi açtı. Hiç inanılmayacak dünyaların gerçek kadar somut olduğunu gördüm.
Hangi filmler onlar?
Mesela Blade Runner. Mesela Alien. Brazil.
Üniversiteyi kaç senede bitirdin?
10-11 senede bitirdim ama bundan 10-11 sene üniversiteye gittiğim anlaşılmasın. Eğitim, öğrencinin belli bir doktrine, disipline, kendi iç dünyasından, yönelimlerinden bir şeyler katıp, zenginleşip kendi karakteriyle çıktığı bir sistem değil. Eğitim Türkiye’de genellikle bir başkasının ekolünde, gölgesinde kalarak, bir işi tam onun alıştığı biçimde yapmayı öğrenip, çıktığında da kimliksizlik yaşadığın bir süreç. Avrupa’da kendine uygun bir ekol seçme şansın olabiliyor. Öğrenci, okula neyle karşılaşacağını bilerek gidiyor. Ama Türkiye’de neyle karşılaşacağını bilemiyorsun. En yüksek puanlı sinema okulunu yazıyorsun, en iyisi çıkar diye. Sonra, bazen beklentinin dışında bir şeyle karşılaşıyorsun. Ama bu, senin insanlardan bir şey almana engel değil. İnsanlar seni tek bir yöne itmek istiyor olabilir. Sen istediğini alırsın, onlara da istediklerini azami düzeyde verirsin ve hayatına devam edersin. Benim bunu anlamam 10 senemi aldı. Hevesimi kıran hocalarım oldu ama çok değerli hocalarım da oldu. Mesela Metin Erksan. Memduh Ün bana kurguyu öğretti. Nedim Otyam film müziği hocamdı, aramızda özel bir bağ vardı. Görüntü yönetmeni hocam İlhan Arakon. Hepsi bana bir şeyler kattı.
İnsanların okulla ilgili şikayetlerine bakıyorum, aslında okulun kendilerine yaptığı şeyi yapmasına izin verdikleri için, okul kadar suçlular. Çünkü 10 öğrenciden 7’si çıkıp “Bu çağda böyle olur mu, biz hep birlikte evrilmeliyiz” dese, o tartışmalar en köhne ortamı bile ileriye taşıyacaktır. Ben bunu yapmaya çalıştığımda artık hocayı meşgul eden adam konumuna geldim ve dedim ki tamam, okulu bırakıp film çekiyorum. Geleceğe bakarız.
Çizgi roman okurluğun ne zaman başladı? Bunun yönetmenliğine etkisi olduğunu düşünüyor musun?
5 yaşında falan başladı. Abim Conan okurdu, ben de onun okuduklarına bakardım. Düzenli bir okur sayılmasam da hem tasarım hem öykü anlatımı anlamında çok iyi çizgi romanları alırım, okurum, takip ederim. Çizgi roman okumak kadrajlarımı, zaman kullanımımı, tempoyu etkilemiştir. Çizgi roman storyboard’la fazlasıyla ilişkili bir mecra. Kişi, bir filmin storyboard’undan çizgi romana kapılmış gibi zevk alabiliyorsa, o filmi yönetmen doğru çekerse, filmin işleyeceğini görebilirsin.
Filmlerinde çoğunlukla konu edindiğin başka gerçekliklere ve bilinçaltına olan merakın da çocukluğunda duyduğun “başka dünyalarda var olabilmek” isteğinden mi geliyor?
Aslında bu çok temel bir dürtü ama biz popüler kültür olarak bunu yanlış kategorize ediyoruz. Gerçeküstü deyince çoğu insanın aklına Yüzüklerin Efendisi falan geliyor. Aslında ürettiğin her sinema filmi, kendi gerçekliğini yaratır. Her filmin tonuyla, oyunculuğuyla, hikaye akışıyla, atmosferiyle, renkleriyle, obje seçimleriyle, kadrajlarıyla, kurgu anlayışıyla kendisine has yarattığı bir gerçeklik vardır. Ve o film normal hayatta olamayacak bir İstanbul’u anlatsa bile, o İstanbul’u seversen, içine girersen ona inanırsın. O başka bir İstanbul’dur. Burada da aslında gerçek dışı, gerçeküstü, gerçekten uzak, yaratıcının bilinçaltında şekillenmiş bir perspektif vardır. Ama bunu gerçek olarak kabul edersin çünkü içinde sivri kulaklı adamlar ve yeşil canavarlar yoktur. Oysa ki gerçeküstü bir İstanbul’u anlatır. Reha Erdem de bunu yapmıştır çok farklı bir imgelemle, alışmadığımız türde bir İstanbul anlatımıyla. Nuri Bilge Ceylan da yapmıştır. Ama bu adamlar gerçeküstücü değildir. Aslında hepsi kendi gerçekliğini yaratıyordur. Benim için de lezzetli olan, gidip gerçeğin çok ötesinde, Alis Harikalar Diyarında’yı anlatmak değil. Gerçeğin ardında gözlemlediğimi metaforlar, estetik olarak da örebileceğim imgeler vasıtasıyla daha güçlü anlatmak. Bunu tarih boyunca yaptık ve bu bizi gerçeküstüne götürdü. Mitolojiye götürdü. Tanrıları arayışımız da böyle. İşin özünde hep insan ve bilinçaltı var. Gerçeküstü, fantazi, bilimkurgu… bunlar o tezatlığı görsele döküp, gerçekliği yeniden daha kuvvetli örüp, gördüğümüz çelişkileri anlatmak için bize daha iyi imkanlar sağlıyor. Ama bütün bilimkurgu öğeleri metaforik olmalıdır da demiyorum tabii, öyle de çok bilimkurgu ve fantastik filmler var. Çok teatral oluyorlar. Kişinin hayal gücü o çocukluğu, o heyecanı kaldırmıyorsa metafor anlatmak için böyle şeylere hiç kalkışmasın. Bir çocuk da izlediğinde, yetişkin de izlediğinde, hem o dünyayı tutarlı olarak görüp hem de beraberinde onun altında bir şey anlatabiliyorsa yapsın. Mesela The Shining. Korku filmi gibi de bakabilirsin ama bir Amerika alegorisi olduğu da açıktır. Mesela Omen şeytanlı meytanlı, gerçeküstü bir korku filmidir ama İncil’deki bir kehaneti politikaya bağlar. Şeytan, bir politikacının oğlu olarak doğar. Buna sadece şeytan filmi deyip geçemezsin. Başarılı fantastik/gerçeküstü/bilimkurgu filmlerin arkasında gerçek vardır. Seyirci bunu görse de, görmese de vardır ve o gerçeğe tutunan filmler kalıcı oluyor.
Turbo’da da tutarlı bir gerçeklik anlayışı var. Onu günümüzde geçen bir kenar mahalle ajan öyküsü olarak kurgulamıştım. Turbo’da kendi gerçekliğinde yaşayan bir karakter var. Umutlarını dış dünyanın katı gerçekliğine kapayabilmiş, bir fanusun içinde yaşıyor ve bu sömürülmesine sebep oluyor. Ama işleri yine kendi gerçekliğiyle çözüyor. O karakter, bizim gerçekliğimiz içinde kendi gerçekliğiyle kazanıyor. Bunu istiyorum işte. Bunu seviyorum çünkü ben de kendi gerçekliğimle bu gerçeklikte kazanmak istiyorum.
Reklam/dizi sektöründe çalıştın mı hiç?
O işlere çok kısa girdim. Onlar da birebir bana verilmiş sorumluluklardı. Yapım şirketlerine showreel gibi şeyler hazırladım. Bunun dışında sektörde çalışmadım çünkü ona vereceğim zamanı kendi işlerime vermek istedim. O arzunun önüne geçemiyorum. Bunun bana bir şey katmadığını da söyleyemem, her film çok şey katıyor. Zaten çalıştığım herkes setlerde çalışan insanlar. Sektörde çalışmak çoğu zaman belli bir noktaya gelene kadar birilerine “he” deme işi olabiliyor.
Sabredersen iyi para kazanabiliyorsun.
Sabır, benim en çok üretebileceğim çağda ayağımın takılmasına sebep olabilecek bir engel de aynı zamanda. Ben 40 yaşında bu enerjiyle film çekemem. Risk alacaksam bu yaşlarda almam gerekiyor. Zaten ne olursa olsun deliremiyorum. Onu da denedim, daha deliremedim.
Filmlerinin çoğunlukla orta metraj olması, gösterim ve festivallere katılman konusunda sıkıntı yaratıyor mu?
Evet, yaratıyor. Kısa film deyince insanlar 20 dakikanın altında filmler bekliyor. Turbo 25 dakika. Şu an üzerinde çalıştığım ve Kasım’da galasını yapacağımız film 45 dakika.
Neden böyle yapıyorsun?
Çünkü yazıyorum. Öykü onu gerektiriyor. İlk filmlerin uzun olmasının sebebi, filmin pazarlamasının hiç umurumda olmaması. İşin özü, ben yazıyordum ve kafamda “10 dakikanın altında olursa festivallere daha kolay girer” gibi kıstaslar yoktu. Safça bir şey üretmek ve çevremle paylaşmak benim için daha önemli olduğu için bunları düşünmedim. Zamanla öğrenmeye başladım. Şimdi tekrar unutuyorum çünkü artık Siyah Ekran ekibi olarak onlarla sınırlı kalmamamız gerektiğini düşünüyorum. İyi bir öykü anlatmamız için ne kadar süre gerekiyorsa o kadar süre vermeliyiz, o kadar bütçe ayırmalıyız, o kadar iyi insanlarla çalışmalıyız. Bu da umuyorum bizi uzun metraja götürecek.
Uzun metraj çalışması var mı?
Hem Turbo’da hem de Buna Değer’de başrolüm olan Özer’le (Özer Arslan) özel bir ilişkimiz var. Birlik olarak nereye gelebileceğimizi de düşünüyoruz. Bir de yıllardır birlikte çalıştığımız insanlar artık Siyah Ekran’a dahil oldular. Belli insanlar çizince, dokuyunca, oynayınca orada da bir üslup oluşmaya başlıyor. Ben bunu sürdürmek istiyorum. Bu ekibimle uzun metraja devam etmek istiyorum. Bunun olması için çok bekledik ve sonucunu almak istiyorum.
No Comments