#C2CISTONIGHT // 18-19.04.14 / İstanbul

Kendisini “Müzik ve çağdaş sanat festivali” olarak tanımlayan Club to Club, İstanbul’daki 5. yılı vesilesiyle müzik mekanlarının dışına taştı. Cafe, kitapçı, plak dükkanı ve galerilerde geniş geniş nefes aldı. 2 gün süren performans ve paneller Babylon, Salon, Peyote, Pixie, Klub Karaoke, Kiki Sıraselviler, Salt Beyoğlu, Kontraplak, Analog Kültür, Urban Cafe ve Robinson Crusoe Kitabevi’ne yayıldı. Dopdolu line-up’tan yakalayabildiklerim hala zihnimde dönüyor.

Oneohtrix Point Never @ Salon

1507190_624783634264689_7011350994658028942_n

2007’de Oneohtrix Point Never adıyla kayıtlar yayınlamaya başlayan Brooklyn’li müzisyen Daniel Lopatin, elektronik müziğin deneysel tarafında ayak basılmamış ses alanı bırakmamakla uğraşıyor. OPN’ın ambient – drone – noise rotasında ilerleyen, civa gibi akışkan ve özgül ağırlığı yüksek müziğini dinlerken kendimi organikle mekaniğin sınırlarının belirsizleştiği David Cronenberg filmlerini düşünürken buldum. Arkasındaki ekranda sürekli değişip dönüşen görüntüler Mars yüzeyine ait olabileceği gibi, ince bağırsaktaki bakteri kolonilerine de ait olabilirdi. Tıpkı duyduğum seslerin uzay boşluğu kadar damarlarımda akan kana da ait olabileceği gibi.

Ambient’ın dinleyiciye tutunacak hiçbir ritim vermeyerek onu sürüklenmeye ve dolayısıyla yalnızlığa itmesini seviyorum. Zihnime düşünceler doluşuyor, kafamın çalıştığını hissediyorum. Duyduğum ses parçalarından yapılar inşa ediyorum. OPN’ı dinlerken sık sık zamanın ruhunun bu müzikte olduğunu hissettim. Kimi zaman vintage aygıtlar kullansa da Lopatin’in müziğinde geçmişe referans görmüyorum. Sonraki adımın belli olmadığı, yabancı bir evrende yapılan yolculuğa benzettiğim performans boyunca ses içinde akan şekilsiz bir yaratıktım. Vay Daniel Lopatin ya sen ne kadar etkiledin beni böyle?

Mouse on Mars @ Babylon

1969175_624785614264491_1618546238403273540_n

Çocukluk arkadaşları (hatta aynı gün aynı hastanede doğmuşlar) Jan St. Werner ve Andi Toma 90’ların başından beri birlikte elektronik müziğe kan pompalıyor. IDM’e yakın duran deneysel müzikleri kulağa her zaman agresif gelmese de, konserde insanı bayıltana kadar tokatlıyor. Işık ve hipnotize edici görsellere boğdukları Babylon’da gördüğüm herkesin dili dans etmekten dışarı fırlamıştı. Mouse on Mars’ın evrenine girmek kolay, orada kalmak ise biraz kondisyonla ilgili. Ritim hızlanıp beat’ler vahşileştikçe insan kendini az sonra parçalarına ayrılıp hurdaya çıkacak bir robot gibi hissediyor. 

Yorulup ayaklarımın ağrısını duydukça bunları unutmak için daha çok dans etmek istiyorum. Mouse on Mars tükenmeyen adrenaliniyle işimi çok kolaylaştırdı.

Zomby @ Salon

1904230_625755824167470_4000592181440076104_n

Mouse on Mars’tan çıkıp kaldırımlarda dinlenmeye çalışarak bekledim Zomby’yi. Londra’nın bir ayağını UK garage’a, diğerini dubstep’e basan kimliği belirsiz müzisyeni Zomby, 03.20 gibi aldı setin başındaki yerini. Sonuncusu geçen yıl olmak üzere yayınladığı 4 albümün yanında performanslarındaki tavrı, kimliğini gizlemesi ve trollüyor mu ciddi mi anlaşılmayan moda içerikli tweet’leriyle (“Balmain’de beğendiğim sweatshirt’ü alana lanet olsun”, “3 gün sonra İstanbul’a geleceğim, Givenchy mağazalarına dokunmayın he eylemciler” vs.) üzerine bolca konuşulan biri. 

Meşhur altın rengi maskesinin ardında hakkımızda ne düşündü bilmem ama durduğum yerden, ikide birde maskesini kaldırıp yüzünü göstermemeye çalışarak Moët & Chandon şişesinden yudumlar alışı ve Salon’u coffeeshop’a çeviren ağır dumanlarıyla ergenliğini geç yaşayan birine benziyordu. Belki yorgunluktan, belki haline tavrına çok takılmaktan yakalayamadım Zomby’nin frekansını. Dubstep sete ağırlığını koyarken çıktım. Bir air horn’unu duymak kısmet olmadı. Başka ülkelerde, şehirlerde, olmadı albümlerde buluşalım Zomby. Sabaha karşı dumanlı triplerin hiç çekilmiyor.

* Fotoğraflar Club to Club Istanbul’un Facebook sayfasından.

No Comments

Leave a Reply