İlk albümü A Lunar Manoeuvre’ı geçtiğimiz yıl yayımlayan In Hoodies, kendisi için 2016’yı tanımlayan seslerden A Moon Shaped Pool’u yazdı.
Hail To The Thief bookleti içinde (Los Angeles haritası üzerinde, en çok kullanılan reklam renkleriyle yazılmış) Burn The Witch ifadesini ilk okuduğumda sanırım 2003 yılıydı. O zamanlar sabah kalkıp Radiohead forumlarına bakıyordum ve günün büyük bölümünde Radiohead dinliyordum. Daha sonra radiohead.com açılış sayfasında tıklanabilen küçük kutucuklar içinde tekrar beliren kelimeler, şarkının henüz editlenmemiş lirikleriydi. Her bir kutucuk, içinden çıkılması imkansız bir söz ve fotoğraf labirentine kapı açıyordu.
O günlerden bu yana çok zaman geçti. 2016 Nisan ayında bazı fanlar “We know where you live” yazan kartlar almaya başladılar. İnternet varlığını kısa süreliğine silmeleri sonrası, önce Burn The Witch, ardından Daydreaming klipleri servis edildi. Seneler önce Lewis Carroll hikayeleri benzeri, açtığında ardından yeni kapılar çıkan, geçtiğin yolu asla tam olarak anlayamadığın labirent, 2016 yılında Paul Thomas Anderson’ın harika videosu ile görsel ihtişamına kavuştu.
Daydreaming, hem Radiohead hikayesinde pek çok açıdan farklı bir noktada duruyor hem son albüm A Moon Shaped Pool’un atmosferinde solumaya alışmak için iyi bir başlangıç sanırım. Şarkı ilerledikçe adım adım eklenen yeni sesler, bükülen, esnetilen geri vokaller, harika bas yürüyüşü, sahilde kuma çizilen şekillerin dalgalarla yavaşça örtülmesi gibi tekrar eden piyano akorlarının altında kalıyor. Altı buçuk dakika boyunca şekiller yenileniyor, kumdan anı kaleleri yeniden beliriyor ama dalga yavaşça gelip tekrar tekrar hepsini silikleştiriyor. Bu sürede oluşan sesler ve görüntüler uzay boşluğuna bırakılan mesajlar gibi. Seslerin uzaklaşmalarını izlerken, Nietzsche‘ci bir bengi dönüşle, sakince yenileri geliyor, yine uzaklaşmak üzere. Tüm hayatını tekrar tekrar yaşamak ya da izlemek gibi. 1 Radiohead’in daha önce yine güçlü akor tekrarı, Yunan Mitolojisi ve Dante atıflarıyla dolu liriklerin imgesel gücüyle Pyramid Song ve Videotape‘te ziyaret ettiği yaşamın ve zamanın döngüselliği, karmaşık bir amor fati (kader sevgisi) ile beraber…
All my lovers were there with me, all my past and futures… And we all went to heaven in a little raw boat. There was nothing to fear, nothing to doubt. / Pyramid Song
When I’m at the pearly gates, this’ll be on my videotape. / Videotape
Liriklerde bahsedilen geri dönüşü olmayan noktaları, anları anımsamak, kemiklere kadar sızlatan kayıpları fark ederken bulunan yaşamaya devam etme ihtimali hem heyecanlandırıyor, hem korkutuyor. Yine geçmişe dönersek Hail To The Thief periyodunda Tarık Aziz’den alıntı ile “Tünelin ardında ışık yok, tünelin ardında sadece tünel var” diyordu Radiohead’in dijital hayaleti. Klibin sonunda kapılar, koridorlar, odalar, asansörler ve merdivenler sonrasında ilk kez kendi zihninde de olsa bir yuvaya, kovuğa kavuşan Thom Yorke’u görüyoruz.
Birikintiyi Şekillendiren İzler
Bu açıdan (geçmişteki çoğu an kafasında durmadan dönen biri olduğum için de belki) A Moon Shaped Pool’u geriye bakmadan anlamlandırmak imkansız benim için. OK Computer, Philip K. Dick, Otostopçunun Galaksi Rehberi, Cesur Yeni Dünya ve bilimkurgunun gerçeğe hiç olmadığı kadar yaklaştığı yeni batı düzeni içindeki anksiyeteyi seslendirirken; Kid A, özellike OK Computer süreci sonrası grubun dünya çapında üne kavuşması ve o sürecin zorluklarıyla yeni farkındalıklara işaret ediyordu sanki. Fitter Happier ile deforme edilerek insan sesinden uzaklaşan vokaller artık daha çok şarkıya ve albümlerin genel hissine yayılıyordu. Kid A’de gitgide yırtıcılaşan kapitalist düzen ve bu sisteme güvenen bir demokrasinin çöktüğü noktalardan yaklaşan iklim krizi haykırılıyor, bir daha asla bulunamayacak olan varlığımız silikleşiyor, diğer tarafta genetik müdahale ile başkalaşan insan/yaratık sembolleri blipler, webcastler gibi yeni imaj formları ile vurgulanıyordu. Aynı şekilde grup da röportajlarda ve yeni turne sistemlerinde Naomi Klein – No Logo etkisini açıkça ifade ediyordu. Dış hatları Disney’in Mickey Mouse’unun kafası ile aynı olan Radiohead Bear logosunun da ilk ortaya çıkışı bu günlerde oldu.
Bu süreçte Radiohead bir taraftan dünyanın en göz önünde gruplarından biri olurken, diğer yandan eserleri ve tavırları ile endüstriyi en çok eleştirenlerden de biri haline geldi. Amnesiac, Fahrenheit 451, yıkılan kuleler, yakılan kitaplar ile toplumsal ve kişisel hafıza ile sembolleştirilmiş bir tavan arası kütüphanesinin küllerinde yürüyordu. Çoğu kritiğin göz ardı ettiği (Numbers don’t decide), bana göre tam bir başyapıt olan Hail To The Thief daha çok politik bir albüm olarak algılandı ve bu konuşulur oldu. Sonrasında gelen In Rainbows maalesef yine müzikten çok “pay what you want” sistemi ile yayınlanması üzerinden tartışıldı. İçinde Codex, Lotus Flower, Give Up The Ghost gibi müthiş melodi örgüsü ve inanılmaz duygusal yoğunluktaki şarkılar olmasına rağmen The King Of Limbs, okuduğum, gördüğüm kadarıyla çoğu insan için Radiohead’in görkemli günlerinin geride kaldığını düşündürdü.
Bu albümlerin hepsi titreyen ama sabit kalan bir merkezde, farklı kollara gidebilen, farklı duygulara dokunabilen şarkıları barındıran albümler oldu benim için ama A Moon Shaped Pool tüm saydığım imgeleri ve duyguları, yenilerini de ekleyerek, tek tek işleyen ve bir şekilde birleştiren bir yapı. Lise arkadaşları olarak başlayan bir grubun, Nigel’dan Stanley’e, tüm sevgililer, eşler, ebeveynler, arkadaşlar, çocuklara dek, tek tek her bir parçasının hikayesinde ve onların hayatlarındaki büyülü rastlantısallıklarla, başka insanlarla da kesişen hikayelerde tarifsiz bir nokta oluşturuyor AMSP. Açılış parçasından, son lirik “just don’t leave” sözlerine kadar 47 yılın bir melodi, söz ve ritim okyanusuna dönüşümüyle sığdırıldığı dünya dışı bir 52 dakika 31 saniye.
Sayılar, İstatistikler ve Açık Kalmış Kalp
Albümün medya tarafından defalarca ifade edildiği gibi Thom Yorke’un ayrılık süreci ekseninde konuşulması çok tatsız geliyor. Aslında çoğu albümün veya şarkının bu tür yüzeye ilişkin hikayelerle anılması, kolaycı kıyaslamalar, kısır tahminler, binlerce kez tekrarlanmış başlıklar, ruhsuz yorum ve referanslarla internet sonsuzluğuna bırakılması, şarkı yazarı/müzisyen/grup ile dinleyici/yorum yapan arasındaki bu korkunç uçurum her seferinde içimi ürpertiyor. Sürekli daha fazlasını, daha yeni, iyi ve parıltılısını, daha çabuk, çok çabuk ister hale geldiğimiz bu gerçeklikte, aksini hayal edenlerimiz kare boşluklara üçgen şekilleri, yuvarlaklara kareleri yerleştirmeye çalışan, öğrenmemekte direnen hayalci çocuklar gibi artık.
Are you sweet? Are You fresh? … We want the young blood. / We Suck Young Blood
Daha göz önünde olan ayrılık bir yana, kayıt sürecinde Nigel’ın babasını kaybetmesi gibi öngörülemeyen ve anlaşılamayacak pek çok şey, bir grup insanın hayatından sızarak albümdeki seslere nüfuz ediyor. Kimi yıllar önce yazılmış şarkılar ve lirikler zaman ve hayatlarla evriliyor. Jonny Greenwood, Penderecki dinlemeseydi de, Radiohead ilk yıllarında REM ile turneye çıkmasaydı da bu müzik aynı olmayacaktı (Disappear – REM / How To Disappear Completely – Radiohead ). Şarkılar, müzik, tıpkı yaşam ve varlığımız gibi… ufacık görülen milyonlarca etken bir araya geliyor, bizi ve bu anımızı yaratıyor. Hepsi sonsuz bir olasılık zinciri içinde oluşan ve asla tamamlanmayan yaşamın yeniden oluşumu.
“Stay in the shadows” sözleriyle başlayan albüm benim için hızla yok olan gezegene işaret ettiği liriklerle, kırılgan seslerle bir tür olarak insan olmanın çaresizliğini deklare ederken, üzerinde çimenler yeşeren varlık hala umut besliyor. İnsanların ve sadece insanların, içinde yaşadığımız bu korkunç yaşam pratiğini değiştirebileceği umudunu. Mahveden anlayışsızlıklarla çevrelenip ufalan, gitgide yalnızlaşan ve hayalete dönüşen birinin sesi. Kurduğumuz yaşama hapsoluşumuz, yalanların şekillendirdiği hayatlar, açık kalplerde cereyan yapan rüzgar, geride bize dair hiçbir şey bırakılmadan vakumlanmış içlerimiz. Hiç olmadığı kadar sayılara ve istatistiklere emanet edilen kaderimiz ve bunu tam bir geri zekalı gibi kabul ederek kutlayışımız “evet, evet… evet… daha fazla… daha fazla” deyişimiz sadece.
Çok daha fazlası…
Çerçeveleri Düşmüş, Beyaz Bir Odada
Yayınlandığı günden bu yana AMSP, gidilen yollar, açılan kapılardan çok, yaşanmamış paralel gerçeklikleri, kaybedilen, kaçırılan ihtimallerin, seçemediğin yolların ya da seçmekte geç kaldıklarının izlerini hatırlatıyor bana. Gündüz düşlerinde yaşayan, dış gerçeklikte yaşamayı asla tam öğrenemeyen sanatçının üretimi devam ederken, kaybettiklerini not düştüğü defterinden sözler belki sevdiklerine, belki onun müziğiyle yaşayanlara “We are happy to serve… you.” Kırgın bir sitem, ironi, öfke ya da kabulleniş belki. Tanıdık bir beyaz oda, tanıdık bir çaresizlik, içinde yaşadığımız bir aksama, yetişememe, kaybetme… Seçtiğimiz veya bize dayatılan hayatın bizden aldıkları kare kare fotoğraflanmış odada, çerçeveler tek tek düşüyor. Kalanlarımızla beyaz duvarlar ve güneş ışığı eşliğinde yüzleşiyoruz.
Önceden belirlenen normların oluşturduğu normal birey algısının uzağında, kalbi kırık, zorla yerine getirilen sorumluluklar ruhundan götürdüklerini göstererek intikam alırken, yerine getirilemeyenler sivri pençeli parmaklarıyla seni işaret ederek suçluyor. Bir yandan ne kadar yaşamaya devam etsek de, yapamadıklarımız, olamadıklarımız çekirdeğimize işliyor. Bizim sandığımız her şeyin ödünç verildiği ve geri istendiği bilinci. İnşa ettiğimiz, bakıp anlamlandıramadığımız, içinden çıkamadığımız, hepimizi toza çeviren bir karmaşa. Tümü müthiş sesler eşliğinde tek yerin olduğunu sandığın evinin, çadırının yanışını izlemek gibi. Dokunduğumuz şeyleri sonsuza dek değiştirdiğimizi ve onlarla beraber sonsuza kadar değiştiğimizi hüzünle hatırlıyoruz. Bazen, böyle sesler kulağımıza ulaşıyor ve yıllar önce buruşturup cebimize koyarak yola devam ettiğimiz kağıt parçaları, silikleşmiş, kırış kırış bir şekilde eski montların cebinden çıkıyor.
Vending Machine Tarlasında Müziği Merkezde Tutabilmek
Ücretsiz albüm yayınlamak, şarkıları streaming servislerinden uzak tutup, sonradan yine eklemek gibi hamlelerle sürekli eleştirilen Radiohead, herkesin bildiği gibi uzun zamandır pek çok kolu olan devasa bir makine. Ama makinenin içinde küçücük kalan insanlar bunun farkında ve pek çok grubun aksine insan faktörünü korumaya ve müziği merkezde tutmaya devam ediyorlar. Herkesin bildiği gibi müzikten kök alan dallar ve bunlara bağlı sürekli değişen, talepkar ve yutucu, tüketime dayalı pek çok yapı oluşuyor. Konserler, festivaller, radyolar, reklamlar, sponsorluklar gibi… Tuhaf olan, bu devasa ormanı yaratan müzik olmasına rağmen, yabancılaşan saldırgan dallar gövdeyi sarmalıyor ve bu vending machine tarlasında, bazen müzik en geri plandaki şey haline geliyor. Çoğumuz için eğlenceli bu kaosta niceliksel fazlalık çoraklığı maskelese de, Radiohead müziği sürekli farklı şekilde paylaşmaya çalışıyor, yeni şeyler deniyor, hepimiz gibi bazen kaybediyor, yanlış anlaşılıyor ama devam ediyor.
Your system is a lie. River running dry. / Numbers
Hala stetoskobunu gezegenin yorgun kalp atışlarına ve kırılan kalplerimize dayıyor, yavaşlayan nabzımıza dokunabiliyor. Sanırım bu açıdan ve tam bu yüzden Pop Is Dead’i de, Daydreaming’i de yazan aynı grup. MTV konserleri sonunda havuza atlayan ve Daydreaming klibinde geçtiği 23. kapı sonunda kovuğunun içinde geri sarılarak maskelenmiş kayıtlar ardında “half of my life, half of my love” diyen aynı çocuk, aynı adam. 2
Sessiz, Uzak, Yaralı Tanık
Daha önceki albümler bir yana özellikle The King Of Limbs ile birlikte sözlerde ve görsellerde pek çok kez tekrar eden ve albüm adıyla müzik tarihine bir kez daha siyah beyaz dövmelenen ay imgesi bu yüzden belki. Değişim, devinim, dönüşüm içinde yıpranan, gözümüzü diktiğimiz uzak ev, gezegenimizin ve içindeki her canlının tuhaf yol arkadaşı. Göktaşları ve kuyruklu yıldızların darbeleri, anılarıyla şekillenen, asla tamamını göremediğimiz, algılayamadığımız, dokunamadığımız kütle. Milyarlarca yıl önce bir parçası olduğu, koparak yörüngesi haline geldiği gezegende olanların kutsal sessiz tanığı. Savunmasızlığı, atmosfersizliği, zayıf manyetik alanı, dünyanın aksine yaralı yüzeyiyle uzaktan gülümsüyor.
İnsan olmanın, düşmemiş bir süt dişi gibi ağzımızda taşımaya devam ettiğimiz çocukluktan, ilk gençliğe, yönlendirilmiş hayatlardan, kendimizin olduğunu sandığımız sayısız karardan, hayatımıza ve ruhumuza sarılmayı başarabildiğimiz epifani anlarına kadar, bir şekilde hepimizin hikayesi. Boğuştuğumuz şeylerin içinde canavarlaşırken, bir tarafımız hala fetüs.
Özgül ağırlığı değişken ve karasız maddemizin bir yüzüp bir battığı akıntının şekillendirdiği hatlar. Stanley ve Thom’un önceden çizilen artwork’leri yağmura bırakmaları gibi… Dış etkenlerin kaçınılmaz rastlantısallıkları ve kimi zaman mucizevi deforme edişleriyle oluşan anı kraterleri. Sadece içimizde şekillenebilecek bir gelecek düşüncesini barındırarak, devam eden geçmişin duygusal haritasını çıkarabilen sesler.
Lolipoplar ve Cipsler
OK Computer döneminde web sitesinde paylaşılmış “waving or drowning” başlıklı bir yazıda anlatılıyordu: Anne sekiz yaşındaki çocuğu evde bırakıyor, çalışması gerek ya da unutmuş. Çocuk bir hafta boyunca cips ve lolipoplarla yaşıyor. Sana verilenlerle unutulup (ya da böyle idare eder diye düşünülerek bırakılıp) yaşadığını hissetmeden, sadece zaman öldürerek beklemek… beklemeye indirgenen hayat. İşte böyle uzun zamana yayılmış bir yaşam ve üretim süreci sonucunda, benim gibi grubun müziğiyle büyüyen pek çok kişi için şarkılar da iki anlamlı hale geliyor. Tıpkı ilk kez 1995 yılında canlı çalınan True Love Waits gibi. Kaybedilen gençlik aşkına yazılmış “gerçek aşk bekler”, “sadece gitme” sözleri, şarkının kaydedilmesini 20 senedir bekleyen fanlar için de gerçek aşkın beklediğini gösteriyor gibi. 3
Albüm boyunca, insanın bir daha geri dönmek isteyeceğini bildiği yerlerden uzaklaşması aklıma geliyor ve kendisi olabilmek için gitmesi gereken yerler. Korku ya da kaygı gibi sebeplere saklanıp yıllarca terk edilemeyen, parçamız gibi hissettiren zincirler. Geçmişin tüm gücüyle geri dönüp çarpan kıymıklı bumerangları. Çoğu zaman yapısal ve rastlantısal eklentilerden ibaret kimlikleri, işleri, konumları çok önemli zannedişimiz. Varolmak için başka yol bilmeden, birbirimize bilinçsizce eziyet ederek, verdiğimiz zararın farkında olmadan, bizim olmayanları ve asla yerine geri koyamayacaklarımızı hevesle ve iştahla alışımız. Yok edici bencilliğimizin bizi getirdiği nokta.
6 milyar km. uzaklıktan çekilen Voyager 1 fotoğrafı, Carl Sagan ve Pale Blue Dot görüntüsü zihnimde, türüm ve özellikle hemcinsim, midemde sivri kırıntılara dönüşürken, “motherhood” kelimesi aklıma geliyor. Yalnız ve dişil hissediyorum. Hayat Aşil topuklarımızın kokusunu alıyor, en zayıf olanın, en zayıf anını bekliyor gibi. Başkalarını bir kerede yıkacak üzüntüleri kolayca içimizde taşıyabilirken, bir anda, çoğu insan için önemsiz, tüy ağırlığında sözler, üzüntüler altında ezilebiliyoruz. Neden iyi olmamız gerektiğini anlatan yapay avuntular, omzumuza koyulan ama mekanik hissettiren eller fayda etmiyor. Bundan sonra minik bir böcek adımı dahi atıp aynı kalmak mümkün değil. “Standing on the edge of you”.
Jonny Greenwood’un Daydreaming bitişe yaklaşırken yaylı tellerini detone etmesi sonrası, enstrümanların tonda kalma, yazılı notaları çıkarma çabalarından çıkan müthiş sesler, OK Computer kitapçığında simgelenen kayıp çocukların yaşamdaki durumunu anlatıyor sanki. Detone, distort, kırılmış, yamuk, yalnız, yorgun ama kendisi ve gerçek kalma, kendi sesini bulma ve çıkarma çabasında. Gözünüzün önünde ama gizlenmiş. Karları eşeleyerek koyduğumuz tek kulağımız zeminde, üstümüze atılan toprağın altında atmaya devam eden kalp atışlarını dinliyoruz.
Hayalete Sarılmak – Son
Kristal netliğindeki sesler, boğuk, ciğerden çıkan hırıltılarla söylenen şarkılarla, kulağımızın yanında gibi fısıldayan kelimeler, bir kuyunun dibinden söylenmiş gibi gelen geri vokallerle yan yana. İnsanlığın ilk günlerinden bu yana çıkan vücut ve nesne elektriğinin sesleri, türümüzün son üretimi elektronik seslerle iç içe. Beyin sinir uçlarından hücrelerine tümüyle elektrik iletimi ile yaşayan, analog varlık insan, yarattığı yeni akımları, devreleri yanına alarak duyulmamış sesler çıkarıyor. Bizi mahvedecek gerçeği anons ederken, güzel anları hatırlatıyor ve elimizi tutuyor. Gökyüzünü kaplayan uzay gemileri, bölünmüş sonsuzluğun tatlı karanlığı, yok olurken devam ettiğimiz dansımız, aptalca kutsadığımız gelecek, sarılmayı ve içinde var olmayı unuttuğumuz şimdiki zaman, sonuçlarıyla hepimizi duvarına yasladıkları yaşamın metresinde belimizi eğerek, boyumuzu kısaltan kararlarımız ve hala… zararsızlık dualarıyla… uzaklık. İnsanların, insanlığın ve çarpık eserlerinin sesi katlanılmaz şekilde artarken dünyanın sesi kısılıyor. Beşeri eziyet vs. insani temas.
Yürüdüğümüz sel yolunda, silinip gitmeye en yakın ve en canlı hissettiğimiz anlar. Sonsuz bir galaksinin toz kadar bir noktasında, hislerinde beceriksiz ve kendine zarar vermeye yatkın bir türün, küçücük bir bireyinin, minicik gözyaşında oluşan eşsiz gökkuşağı. 2016’da nefes alabilmek için yardıma gelen görsel ve işitsel bir solunum cihazı. Her tarafına işlemiş, birlikte, beraber, bir arada kalamama, devam edememe, kaybetme duygularına karşın hem bulutlardan hem çukurlardan seslenen A Moon Shaped Pool, başka türlü aşkın, başka şekilde sevmenin mümkün olduğunu anlatan, benim için A Lunar Manoeuvre’ın erişilmez kardeş ruhu. İçi diken ve merhem dolu, delik deşik zırh. Bu gezegendeki en güzel şeylerden biri…
- “Yaşadığın ve yaşamakta olduğun bu hayatı, yeniden ve sayısız kere daha yaşamak zorunda kalacaksın; içinde yeni hiçbir şey olmayacak: Yaşamındaki her acı, her sevinç, her bir düşünce ve her bir soluk, tarif edilemeyecek kadar küçük ya da büyük her şey, arka arkaya ve aynı sırayla, sana dönecek – ağaçların arasından süzülen şu alacakaranlık ve şu örümcek bile, şu an ve ben kendim bile. Varoluşun sonsuz kum saati, içinde toz lekesi olan sen ile, yeniden ve yeniden başaşağı çevrilecek!” Friedrich Nietzsche, 1882, Şen Bilim. ↩
- Radiohead : The Secrets of Daydreaming by Rishi Kaneria ↩
- ”True love waits are you a virgin? every night we are haunted it paces up and down outside my room, it talks to me in its sleep. its in the tape going round and round. it stops and starts the tape machine. goes into record when it feels like it. just let it happen. just dont leave. dont leave. it waits patiently. mum left her 8 year old locked in for a week with lollipops and crisps. she had to work or forgot or something. stanley says. you, like everyone else need to feel important.” (radiohead.com – OK Computer era) ↩
No Comments