Her yıl sonu yağan 10’luk, 50’lik, 100’lük albüm listelerine bakarken gözlerim dolu dolu olur, “Say bakalım bu yılın en iyi 10 albümünü” dense aklına en çok dinlediği 2 albümden başka bir şey gelmeyecek biri olarak yetersiz hafızamdan utanırdım. Neyse ki bu yıl radyo programı için düzenli tuttuğum notlarım ve liste insanlarına katılma hevesim var. Yine de 20’den 1’e sıralayamıyorum albümleri. 13. ile 14. arasındaki farkın inceliği beni saatlerce meşgul edebilir çünkü. Onun yerine numara vermeden, kronolojik sıraya göre gittim. Her liste gibi bunun da son derece kişisel olduğunun altını çizerek, işte 2013’ün en tontiş 20 albümü:
My Bloody Valentine – m b v
80’lerin sonu, 90’ların başında efektlere bulanmış gitarlar, hülyalı vokaller ve akışkan ses dalgalarıyla shoegaze’e can veren My Bloody Valentine, hala milyonlarca kişinin zihninde dönen 1991 tarihli albümleri Loveless’tan 22 yıl sonra yeni bir albüm yayınladı. Albümdeki şarkıların yarısı 90’larda kaydedilmişti. Böyle araya bir nesil girdikten sonra gelen albümler beni korkutuyor. m b v dinleyici için elbette tanıdık bir alan ama beni geçmişin konforlu ve ölü yastıklarına gömmedi. Grubun müziği hala nefes alıyor. Hatta bayağı sağlam ciğerleri. Hırıltı bile yok.
Foals – Holy Fire
Single’ları Inhaler ve My Number geçtiğimiz yıl yayınlandığı için 2013 listelerinde kolay gözden kaçabilecek bir albüm Foals’un üçüncü işi Holy Fire. Her zaman yazı çağrıştıran, parmak uçlarında dans ediyormuş gibi duyulan kendine özgü gitar sound’uyla Foals 2010’ların mühim isimlerinden. Holy Fire da baştan sona harika şarkılarla dolu. Her biri birer festival marşı.
Nick Cave & The Bad Seeds – Push The Sky Away
Yılın albümü deyince aklıma ilk gelen ve en uzun kalan, Push The Sky Away. Baştan sona, sondan başa, soldan sağa ezberlediğim, konserde binlerce insanla birlikte söylediğim şarkılar. Yaşadığımız yılda olması gerektiği gibi karanlık ve çıplaklıkla anlatılan ilişkiler, hiçbir yerde, hiç kimsede teselli bulamama hissi. Her duyguya sızan, her düşünceyi bulandıran şiddet. Neyse ki rock ‘n’ roll burada. Tutunulacak dal.
Atoms For Peace – AMOK
Thom Yorke, Radiohead için bir prodüktörden öte olan Nigel Godrich, Flea, davulcu Joey Waronker ve perküsyoncu Mauro Refosco (buradaki RHCP konserinde izledik kendisini) 2009’dan beri Atom For Peace. Bu yıl bir de albüm çıkardılar. Hadiseye dahil olan isimlerin uyandırdığı heyecanın hakkını veriyor AMOK. Dans da ettirir, rakı da içirtir, hayata dair kararlar da verdirir. Joker.
How to Destroy Angels – Welcome Oblivion
2013 Trent Reznor’a yaradı. 2010’da kurulan yarı aile grubu HTDA ilk uzunçalarını (uuu uzunçalar) bu yıl yayınladı. Birbirimizi boğazlayarak gittiğimiz istikamette yok oluş ve unutuluş var. Karanlık ve kıyametsi sound’uyla dünyanın sonunu haber veren Welcome Oblivion diyor ki, zaten zihinlerimiz hiçlikte deviniyor. Bedenen de oraya gitsek ne değişir?
Waxahatchee – Cerulean Salt
Bir gitar, belirip kaybolan dümdüz davul, sakince derdini anlatan Katie Crutchfield. Hayat dediğimiz şeyi oluşturan basit parçalar ve anlardan bahseden Waxahatchee şarkıları bu yıl vapurda, otobüste, sokakta yürürken, güneşte ve yağmurda kulağımdaydı. Tertemiz koylarda, metrelerce derinlikteki taşlar sayılır ya, öyle bir müzik. Nefes gibi zorlamadan akıyor.
John Grant – Pale Green Ghosts
Kusursuz ses John Grant’in ikinci solo albümü, İzlanda’da kaydedilen Pale Green Ghosts’un içinde her şey var. Çekici sinizm, can yakıcı dürüstlük, moral verici hikayeler, kişisel deneyimden damıtılan bilgelik. Dinledikten sonra müzisyeni yıllardır tanıyormuş gibi hissettiren albümlerden Pale Green Ghosts. İçindeki harika şarkıları bir de konserde dinleme şansı bulduk bu yıl. Ne güzel.
Daughter – If You Leave
Yıl içinde bir dergide Daughter için “Silahsız ve tehlikeli” demiştim. Gerçek kimliğini ortaya koymaktan korkmayan kadınların böyle bir özelliği var. Daughter’ın özü Elena Tonra, iddiasız tavrı ve açık şarkı sözleriyle canımı o kadar güzel yakıyor ki, şikayet etmek ayıp olur. Geçen yıl Sharon Van Etten, Tramp’le ne yaptıysa If You Leave’le Daughter aynısını yapıyor bana. Tokatlaya tokatlaya kendimle yüzleştiriyor.
The Knife – Shaking The Habitual
İsveçli elektronik müzik büyücüleri The Knife, dümeni nereye kırsa kabulüm. 7 yıl aradan sonra yayınladıkları göndermesi bol Shaking The Habitual, baş döndürücü bir albüm. Dreijer kardeşlerin bir buçuk saat boyunca yarattığı ses alanlarında belirli bir rota izlemek kolay değil. Ayinsel beat’ler, doğu melodileri, drone’lar, insan sesinin bin bir şekle girmiş hali dinleyeni her yönden kuşatıyor. Kulağımda bu albümle yürürken hep arkamdan bir şey geliyor sanıp aniden dönüyorum, dış dünyadaki oryantasyonum saçmalıyor. Nefis bir şey.
Kurt Vile – Wakin On A Pretty Daze
33 yaşındaki Amerikalı ozan Kurt Vile’ın sesi, aşağı yukarı portakallı kekten yapılma bir yatağa uzanıp, bir yandan kedi severken bir yandan yastıkları yemek gibi bir his bırakıyor bende. En boktan şeyler (ki hayatın ayrılmaz parçası onlar) bile içinde bir sır barındırıyormuş gibi görünüyor şarkılarında. Amerika’yı kurtarırsa Kurt Vile ve emsallerinin psychedelic folku kurtarır. Bir de Ty Segall’ın elektrogitarı. Albümün güzelliğini hakkıyla anlatabilecek kelimem = Yok.
Junip – Junip
Junip’in bu albümünü yağmurlu bir sabah Ortaköy’de sinemaya giderken dinlemiştim. Mezun olduktan sonra kapısından nadiren girdiğim okulumun yanıp yıkılan binasına bakarken içim acımıştı. Kim bilir içinde ne kadar vakit geçirdiğim salonların kararmış duvarları ıslaktı. Kendimi yönünü bilmediğim bir akışa bırakmış gibi hissediyordum ama kaygı yoktu. Yıkıntıya bakarken birden olması gerekenin tersine, sevgi ve güven duydum insanlara. Bunun tek sebebi Junip’ti.
Savages – Silence Yourself
Punk ve post punk için verimli yıllarda yaşıyoruz. Londralı Savages, insan ilişkilerindeki soğukluk, yalnızlık ve toplumun çarpık standartlarına ayak uydurma çabasının sıkıcılığını hiddetle anlatıyor ve hepsine şık bir hareket çekiyor. Sürekli hanım hanımcık olmaları telkin edilen kadınların gürültü patırtı çıkarması kadar güzel az şey var. Grubun ilk albümü Silence Yourself, yılın en iyi işlerinden.
Editors – The Weight of Your Love
İlk albümüyle birbirini andıran gruplar denizinden fırlayıp, ikincisiyle havayı tırmalayıp, üçüncüden itibaren o denizin içinde kaybolan gruplardan olmasından korkmuştum Editors’ın (ve öyle olacak gibi görünüyordu). Neyse ki dördüncü albümleri Weight of Your Love, onları yine yüzeyin üstüne çıkardı. Çok iyi eleştiriler almasa da beğendiğim bir albüm. Single’lardan Sugar da yılın şarkılarından. Hayatımdan kaybolan Editors yine radarıma girdi. Hoş geldin Editors bebek.
Fuck Buttons – Slow Focus
Bristol çıkışlı elektronik müzik ikilisi Fuck Buttons, üçüncü albümleri Slow Focus’ta gürültülü, ayinsel devinimlerini sürdürüyor. Dinleyeni dış dünyadan tamamen koparıp evrenine katan bir müzik onlarınki. Hipnotize edici dijital büyü müziği. Elektrik kabilesi. Özellikle Prince’s Prize’ı üst üste defalarca dinleyip acayip girdaplara çekilmek mümkün.
Moderat – II
Modeselektor – Apparat – Gernot Bronsert iş birliğinin bu seneki meyvesi II, yıl boyunca duyduğum en güzel şeylerdendi. Benim için yılın şarkısı olan Bad Kingdom’ın müthişliğini bir kenara koyalım, albüm baştan sona incelikle işlenmiş yapılar, duygulu vokaller, lezzetli glitch’lerle dolu. Kendi kendine dans ederken gözlerinin dolması gibi tuhaf şeyler yaşatıyor insana.
Nine Inch Nails – Hesitation Marks
NIN ne eylese güzel eyliyor. Bıçak gibi soğuk ve kesici gitarlara abandığında da, tüm albümü sentetik seslerle kurguladığında da etkili ve güçlü. Hesitation Marks’ta pusula ikincisini gösteriyor. Harcı bilgisayarlarla karılmış albüm için rahatlıkla Trent Reznor’ın ustalık günlerinin eseri diyebiliriz. Reznor’ın her yanından teller ve neye yaradığı anlaşılmayan aygıtlar fırlayan zihni içinde bir seyahat.
Chelsea Wolfe – Pain Is Beauty
Rüyadaymış gibi şarkı söyleyen Chelsea Wolfe’un black metalden folka uzanan bir müziği var. İki uçtan da öğeler, uçucu vokal ve basit, efektli gitarların sisinde birleşiyor. Felaketleri ve acıyı romantik bir biçimde ele alan, gotik tavırlı şarkılarıyla Pain Is Beauty, Chelsea Wolfe’un her albümde biraz daha büyüleyici olan müziğinin şimdiye dek ulaştığı en iyi nokta.
Arctic Monkeys – AM
Arctic Monkeys’le ilgili şu cümleleri bu yıl çok kurdum: 20’lerinde dünyaca tanınıp, saçmalamadan müziğini zenginleştirip dönüştürebilmek kolay değil. Önce rock ‘n’ roll’u, sonra R&B esintilerini işlemeyi öğrendi Arctic Monkeys. Dünyanın gözü önünde her anlamda çok güzel büyüdüler. 2013’ü zaferle kapatanlardan, grubun en iyi işi AM.
London Grammar – If You Wait
Gücünü bağırmadan hissettiren kadın vokallere bayılıyorum. Hannah Reid’in hüzünlü, dünya dışı sesine melankolik klavye ve gitarlar eklenince bu yılın en sevdiğim albümlerinden biri, grubun ilk albümü If You Wait ortaya çıkmış. İlk dinleyişte çok etkilendiğim albümleri nerede, hangi ruh haliyle dinlediğimi unutmuyorum. If You Wait’i gece vakti bir otobüste, akan ışıklara bakarak dinlemiş, dinledikçe gördüğüm caddelere aşık olmuştum. London Grammar’la tanışmak için müthiş bir ortam.
Arcade Fire – Reflektor
Üçüncü albümleri The Suburbs’le Grammy’den BRIT Ödülü’ne, Polaris Ödülü’nden platin plaklara koşan Arcade Fire, yeni albüm Reflektor için pazarlamanın büyüğünü yaptı. Graffitiler, gizli son dakika konserleri, teaser üstüne teaser derken nihayet çıkan Reflektor, yarattığı beklentiyi fazlasıyla karşıladı. Her şarkısına ayrı takığım. Bir hafta sürekli Joan of Arc dinliyorum, bir hafta Normal Person. 2010’ların müziğini kim temsil ediyor, diye sorsalar, herhalde Arcade Fire derim.
No Comments