Bir yılın özeti pek çok şekilde çıkarılabilir. 2016’da sabah uyanıp “bugün kesinlikle mutfağa girip kendime düzgün bir yemek yapacağım” dedikten altı saat sonra koltukta boşluğa bakarken açlığa daha fazla dayanamayıp internetten sipariş verdiğim 10 fast food ürünü mesela. Altı ay içinde iki defa taşındıktan sonra bir şekilde, bir yerde kaybolmuş olduğunu fark ettiğim 5 eşya. İki arada bir derede mail kontrolü yaparken “buna sakin bir zamanda uzunca cevap yazarım” diye işaretleyip unuttuğum, yeniden hatırladığımda üzerinden çok vakit geçtiği için yazmaya çekinip mahcup olduğum 20 kişi. Yakınımda duran birinden tedirgin olup başka vagona geçtiğim 28 metro yolculuğu. En gerçekçi 3 kabus. En etkili 7 mide krampı. Böyle uzar gider. İçlerinden hangisine odaklanırsam o olur yılın özeti. Bilge Friedlaender kendisiyle söyleşirken diyor ki, “Şimdi bedenimde hissederek diyebilirim ki, gerçeklik bir haletiruhiyedir ve herhangi bir kişinin haletiruhiyesi bir diğerininki kadar gerçektir”. Benim (seçtiğim) gerçekliğim müzik. En zor zamanlarda, ruhumun ve kalbimin kıyma makinelerinden geçirilip kanlı, biçimsiz bir püreye dönüştüğünü ve tanımadığım ağızlarda çiğnenip geri tükürüldüğünü hissettiğim anlarda bile nefes aldığımı, yaşadığımı, var olduğumu, bir sonraki günü karşılayabileceğimi hissettiren müzik. Tabii ki yılı bende iz bırakan konserlerle özetleyeceğim. 10 konserde 2016 benim için böyle aktı.
Radiohead @ Primavera Sound, 3 Haziran
(Eric Pamies)
Konser izlemek, şarkıları kaç bin kişiyle söylüyor olursanız olun, özünde çok kişisel bir deneyim. Radiohead’in bu yıl çıkan albümü A Moon Shaped Pool benim için çok sevdiğim bir albümden öte, ihtiyaç duyduğum şeyleri söyleyen bir dış ses oldu. Haliyle Primavera’daki performansları da duygularımı ayağa kaldırdı, kalbime pansuman yaptı. Bazı grupları izlemek, insanın içinde bir şeyleri dönüştürüyor. Radiohead de onlardan biri. 15 yaşımda onlarla ilk karşılaşmamdan 16 yıl sonra yeniden buluşmak, “This is a low flying panic attack” cümlesinin giderek yaşamımızın tanımına dönüştüğü 2016’ya düştüğüm en güzel notlardan biriydi.
Savages @ Primavera Sound, 3 Haziran
(Eric Pamies)
Sahneye “şimdi sizin hayatınızı kaydıracağız” kararlılığıyla yürüyen gruplar var. Örneğin Swans. Örneğin Nick Cave and The Bad Seeds. Örneğin Savages. Dört kadının beynime indirdiği elektrikli darbelerden çekinmiyorum. Ha terim dökülmüş ha kanım. Toplumca çok içinde olduğumuz özyıkım eğiliminden değil, Savages’ın hayatın türlü hamlesine karşı ayakta kalacağıma olan inancımı tazelemesinden, bana güç vermesinden. Onları toplamda üç defa izledim ama Primavera performansları benim için diğerlerinden bir stage dive önde.
Ty Segall and The Muggers @ Primavera Sound, 4 Haziran
(Dani Canto)
Ty Segall’ın sahnedeki enerjisini kelimelere dökmek güç. Kendisini müziğe o kadar veriyor ki, seyirci olarak aynısını yapmamak haksızlıkmış gibi geliyor. Primavera’da sabaha karşı izlediğim konser, festivalin vücudumda bıraktığı tüm ağrıları unutturup evrensel bir şeyin parçası olduğumu hissettirdi. Bedensel, siyasal, kültürel sınırların ötesinde, müziği büyünün ve iyileşmenin parçası olarak yaşayan insan topluluklarının paylaştığı ortak bilgelikten birkaç kıymık düştü sanki payıma.
Africa Express Presents: The Orchestra of Syrian Musicians + Damon Albarn + Guests @ Cemil Topuzlu Açık Hava Sahnesi, 27 Haziran
(Selçuk Polat)
Damon Albarn’ın sesini İstanbul’da ikinci duyuşumuz, çok özel bir projeyle 23. İstanbul Caz Festivali’nin açılış konserinde oldu. Suriye’deki savaş yüzünden dağılmış bir orkestrayı Issam Rafea şefliğinde yeniden bir araya getiren Damon Albarn’ın konukları Julia Holter, Rachid Taha, Baaba Maal, Bassekou Kouyaté, Bu Kolthoum, Eslam Jawaad, Malikah, Mounir Troudi, Noura Mint Seymali, TALA ve Ceza’ydı. Son yıllarda adı sadece savaş ve insanlık dramıyla yan yana gelen bir ülkenin, sesini bambaşka hikayelerle duyurmasıydı şahit olduğumuz. Üzerine eklenen The Beatles cover’ı Blackbird, Blur’ün Out of Time’ı ve Gorillaz’ın White Flag’i geceden yanımıza kalan mucizevi anlardı.
LCD Soundsystem @ Roskilde Festival, 2 Temmuz
(Rod Clemen)
Yazı için notlar alırken bu sene izlediğim konserleri, o günlerde ülkede olan bitenden bağımsız düşünemediğimi fark ettim. Roskilde Festival için Danimarka’ya uçtuğum gün, Atatürk Havalimanı’na saldırı düzenlendi. Nasıl unuturum ki? Dans etmenin, hayattan zevk almanın, gülmenin bile bir başkaldırıya dönüştüğüne tanık olduk. Dans ederek dünyayı değiştirmeye kalkışsak, liderimiz şüphesiz James Murphy olurdu. LCD Soundsystem’ı bir yılda iki defa yakalayabildiğim için şanslıyım. Kusursuz sahne performanslarıyla hayatımda izlediğim en etkileyici 5 grup arasındalar.
New Order @ Roskilde Festival, 2 Temmuz
(Nora Lorek)
Şortla gezen Danimarkalıların yanında temmuz ayında mont ve bereyle ayrıksı dursam da, New Order’ın yarattığı heyecan hepimizi nabız düzeyinde eşitliyor. Doğup büyümesine yetişemediğim her önemli grup gibi onları da arayı kapatma telaşıyla, gözlerimi kırpmaya korkarak izliyorum. Gördüklerimin zamanla silineceğini biliyorum ama ne kadarını kaydedebilirsem yanıma kar. Konser dev ekranlarda beliren “Forever Joy Division” cümlesinin önünde, Love Will Tear Us Apart’la biterken tüylerim değil omurgam, ruhum ürperiyor. Hayatım boyunca unutmayacağım bu anı yaşadığıma inanamıyorum.
Battles @ Salon, 24 Eylül
(Fotoğraf bana ait)
Geçirdiğimiz tarifi imkansız yazdan sonra müzik mekanlarının yeniden açılmasıyla hayata dört elle sarıldık. Temkinli ama çıtasını düşürmeyen programıyla Salon, sonbahara hayat öpücüğünü ilk verenlerden oldu. Sezon’u Battles’ın adrenalin yüklü deneysel rock’ıyla açarken herkesin dileği biraz huzurdu. Tıklım tıklım salonda müziğin birleştirici gücünü hissetmek, doğamız gereği hep umut edebilen canlılar olduğumuzu hatırlattı.
Saul Williams @ Babylon, 21 Ekim
(Fotoğraf bana ait)
Şair, oyuncu ve müzisyen Saul Williams’ın 26. Akbank Caz Festivali kapsamındaki konseri benim için sadece festivalin en iyisi değil, yılın en etkileyici performanslarındandı. Sahnenin müzisyenle seyirci arasına koyduğu sınırı yok eden Williams’ın gözlerimizin içine bakarak söyledikleri, boğazımızı sıkan her şeyi hack’lemeye bir çağrıydı. 2016’da tanımadığım birinin beni bir şeyleri değiştirebileceğime inandırması hissini bir defa yaşamışsam, Saul Williams sayesindedir.
Moderat @ Zorlu PSM, 11 Kasım
Moderat’ı birkaç defa festivallerde yakalasam da hep görmek istediğim başka isimlerle çakıştığı için tadını çıkaramamıştım. Bu yıl nihayet baştan sonra bir konserlerini izleme fırsatı bulduğumda, hayal kırıklığına uğramayacağımdan emindim. 2016’nın müzik dışında hiçbir şey düşünmemeyi başarabildiğim, bana bunun için gerekli zihinsel zemini sağlayan performanslarından biriydi Moderat’ın bir saati biraz aşan ama yoğunluğuyla çok daha uzunmuş gibi hissettiğim konseri.
Richard Ashcroft @ The O2 Arena, 9 Aralık
(Jon Mo)
Bu sene “Şu birkaç dakikayı muhtemelen 20 yıl sonra da hatırlayacağım” diye düşündüren birden çok konser oldu. Richard Ashcroft’un Heritage Orchestra ile 20 bin kişilik O2 Arena’da verdiği konser, pek çok anıyla ruhuma işledi. Ergenliğimden 30’lu yaşlarıma kadar yanımda taşıdığım The Verve ve Ashcroft şarkılarını senfoni orkestrası eşliğinde duymak bir yana, kendisinin UNKLE ile iş birliğinin ürünü Lonely Soul’u canlı dinlemek çok gerçek dışı ve hüngür hüngür ağlatan bir deneyimdi.
No Comments